Tükendi
Gelince Haber VerHer sabahkinden daha yumuşak tutuyordu kahve fincanını. Parmakları ile küçük dokunuşları vardı. Tükenmişti milyonlarca kelime. Bitmişti isyan, kızgınlık. Felsefi söylemler vardı artık yüreğinde. Tek kendisinin söylediği, tek kendisinin duyduğu, yalnız kendisinin bildiği.
Susmak… Susmak ne güzeldi.
*Saat…* Dedi. Kadın başını salladı hafif. *Tamam* dedi. Bıraktı omuzlarını. Küskün çocuk gibi eğdi başını. Kırık bir ses tonu ile; *Bitti mi?* diye sordu. Sesi çıkmadı adamın. Evet, manasında başını salladı. Kadın alt dudağını ısırdı.
Anne, hani ben ölecektim? Gözleri dolu dolu oldu Servet Bey’in. Bıraktı kendini sonra. Süzüldü yaşlar sicim gibi. Babaa! Diyen ses ile irkildi. Toparladı kendini. Efendim paşam. Baba sen ağlıyor musun? Yok Oğlum. Niye ağlayayım. Cam açık ya, toz kaçtı gözüme.
Ölmüş olmalıydı ailesi. Yoksa on yedi yıl. Koca on yedi yıl geçmiş, yaşasa anne babası bir kez kalkıp gelmez miydi? Öldü mü kaldı mı kızları merak etmezler miydi? Olsaydı kardeşleri abla diye, kardeş diye bir gün çıkıp gelmez miydi? Yoktular kesin. Kesin bir kazada ölmüşlerdi. Kendisine devlet sahip çıkmıştı.
Durdurmadılar oğul. İki sene geçti geçmedi Karadut Köyünden Mıstık Çavuş’a verdiler beni. Mıstık benden yedi sekiz yaş büyüktü. Dört çocuğu vardı. Avradı o senenin yazı ölmüş. Hali vakti iyiceydi. Gardaşı Sülemen ile aynı evde yaşardı. Sülemen iki yaş büyüktü Mıstık’tan. O da evliydi. İki de çocuğu vardı. Anam bile bile başka köye vermişti beni. Amcalarımdan uzak olayım diye. Mıstık eyi hoştu. Allah var yormadı beni, üzmedi. Ardı ardına iki erkek evlat verdim Mıstık’a. Biri Ahmet, öteki Süllü. Ama Sülemen!