Tükendi
Gelince Haber Ver…Ve neden sonra Börü son buyruğunu veriyordu:
*Dikkat! Kağan’ımız Ulu Mete Han göründü!*
Yer gök donmuş, rüzgâr durulmuş, karıncalar dahi durmuştu… Her er sadece kendi kalp atışlarını duyabiliyordu. El sürülemeyen bozkırın deli taylarına adeta çelik gemler vurulmuştu. Güneşin doğuşunun ardından başka bir ‘güneş’ daha ufka yükseliyordu. Omuzlarına kadar düşen yelesiyle, vahşi bir kurdun en kızgın anını andıran hilâl bıyıklarıyla sanki Tanrı yeryüzünde yürüyordu. Ak renkli devlet atının üstünde giderek yaklaştıkça, erleri nefes almayı dahi unutuyor, kalpleri durma noktasına geliyordu.
Gündüz vakti yıldız görünüyor, gökte hilalle birleşiyordu. Yağız yerle Mete göğe yükselirken, mavi gökten Tanrı yere iniyordu… Börü’nün buyruğuyla at inip diz kıran erlerin ayak sesleri arzı sallıyordu…
Gökten gelen, *Sen istersen mağlup olur karıncaya koca fil! Sana yenik ordular şimdi harap ve sefil!* sesi, Tanrı Dağlarında, *Eline düşse tek damla sel olur çağlar, çağıranı sen olsan kökünden yürür dağlar!* diye yankılanıyordu…
Islık çalan ok kimin kalbini ikiye bölecekti, bunu kimse bilemezdi. Mete Han’ın okuyla ölmek bile ne büyük bir onurdu. Acun ilk kez böyle bir şeye şahitlik etmiş ve Göklerin Ordusu gözden kaybolmuştu. Kurtlar ulumaya, karıncalar çalışmaya, rüzgâr esmeye başlamıştı. Üç günlük yoldan sonra Ulu Kağan’ın Ulu Ordusu savaş meydanına varmıştı. Börü’nün evvelden yolladığı ulaklar Çin ordusunun yerini bildiriyordu.
Mete’yi ilk kez bu kadar düşünceli gören Börü, *Ne düşünüyorsunuz Kağan’ım?* diye sordu.
- *Bu kadar Çinliyi nereye gömeceğimi?*