Elinizdeki yarı otobiyografik romanda romantik bir hikâye anlatılmıyor.Öyle maddi imkânsızlıklar yüzünden kötü yola düşen, çileli bir hayat sürdükten sonra filmlerdeki gibi trajik bir ölümle hayata veda eden "altın kalpli" bir fahişe beklemeyin sakın. Bir yandan yakasını bırakmayan baştan çıkarma arzusu, bir yandan da hayatının kendisini ölümün kıyısına getiren bir seyir izlemesi yüzünden fahişeliğe sürüklenen genç bir kadınla; klişelere sığmayacak kadar gerçek, ete kemiğe bürünmüş bir fahişeyle karşı karşıyayız. Bu en eski mesleği icra ederken ölmüş kız kardeşinin adını kullanan, kendi yarattığı cehennemden bir çıkış yolu ararken ailesini, arzularını, seçimlerini sorgulayan...Nüvesini masum bir günlük oluşturmuş bu romanın. Nelly Arcan yirmili yaşlarının başında Montreal’de fahişelik yaptığı sıralarda yaşadığı duygusal çalkantıları; kendi geçmişi, kişisel tarihi ve kadınlığı üzerine düşüncelerini yazarken, günlüğünün sayfalarından yükselen umarsızlık ve öfke dolu çığlığın günün birinde kendisine edebiyat dünyasının kapılarını açacağından habersizdi elbette. İçinde hem arkaik hem de rahatsız edici bir şeyler barındıran bir hazzın ve mahremiyetiyle utanç veren bir yıkımın çığlığıydı bu. Arcan’ın hayata uyanışının evrelerini, yıllara yayılan bir "cehenneme iniş" sürecini bir monolog, bir iç dökme şeklinde anlattığı "Fahişe", Fransa’da yayımlandığında o bildik, yavan "edebiyat mı, değil mi, özyaşam ne denli edebiyat olabilir" tartışmasını bir kez daha gündeme getirdi. Öyle ya, yaşanmış deneyim, edebiyat olabilir miydi? Öyleyse herkesin hayatı romandı.Fahişe her ne kadar gerçekçi bir roman, bir otobiyografi, itiraf, tanıklık olarak sunulsa da, Nelly Arcan "edebi bir tarafgirliğin ve nefretin estetiğinin" kendisini zaman zaman gerçeklikten uzaklaştırdığını söylüyor. Zira o, ne katışıksız kurmacaya ne de katışıksız otobiyografiye inanıyor.