Menü
Hesabım
Şifremi Unuttum
Kayıt Ol
Sepetim
Yılmaz Özdil Röportaj
05.01.2024

Yılmaz Özdil Röportaj

Benim kitapla bu kadar yakın olmamın temel sebebi Cumhuriyettir.

Oldukça yağmurlu ve rüzgârlı bir günde Yılmaz Bey'i Özlüce şubemizde ağırladık. Hava muhalefetine rağmen okurların ilgisi sayesinde çok güzel bir imza günü gerçekleştirdik. Günün yoğunluğuna ve saatin ilerlemiş olmasına rağmen Yılmaz Bey ile röportaj yapma fırsatımız da oldu.

Yazarımıza çocukluk yılları ve ailesi, sevdiği yazarlar ve etkilendiği kitaplar, okuma alışkanlıkları, gündeme dair görüşleri ve geleceğe dair planları hakkında sorular sorduk. Tüm sorularımıza oldukça içten cevaplar aldık. Şimdi sizi "Yılmaz Özdil kimdir?" sorusunun cevabını bulabileceğiniz, yazarımızı yakından tanımanızı sağlayacak sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.

Yılmaz Özdil

2 Ocak 1965'te İzmir'de doğmuşsunuz. Büyüdüğünüz evi, aileyi bize biraz anlatır mısınız?  

Siyah beyaz filmlerin yıllarıydı ama ailemiz gerçekten çok renkliydi. Çünkü benim ailem bir Anadolu terkibi. Anneannem Girit’ten mübadele ile gelen bir ailenin evladı. Onlara yerleşmeleri için Antep’te toprak vermişler. Büyükbabam da -iki tane dedem olduğu için annemin babasına büyükbaba diyoruz- aslında Çerkez göçmeni. O sırada Diyarbakır merkezli karayollarında görevli. Bingöl, Muş, Adıyaman, Diyarbakır, Mardin, Hakkâri’deki karayolu faaliyetlerinde tekniker olarak çalışmış. Gaziantep’te görevliyken Giritli anneannem Nazlı’yı görüp beğeniyor. Sonra da evleniyorlar ve annem dünyaya geliyor. Benim annem dünyada şark çıbanı olan tek Giritlidir. Hayat bu şekilde başlıyor aslında. Sonra İzmir’e taşınıyorlar.

Baba tarafım Aksaray’dan. Onlar da aslında Yörük Türkmeni. Dedem Aksaray’dan İzmir’e taşınıyor ve biz de bu şekilde İzmir’de kök bulmuşuz.

Daha da ilginç bir şey annemin en yakın arkadaşlarından biri olan Muazzez teyzem kökenini tam olarak bilmediğimiz, Sudan olabileceğini tahmin ettiğimiz Afro Türk. Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir şekilde anne ve babasız kalmış. Bu nedenle ailesini kendisi de tanımazdı. Devlet tarafından okutulmuş ve hemşire olmuş. İzmir’de çalışırken annemle arkadaş oluyorlar. Dolayısıyla beni o hemşire eğitimiyle bir Afro Türk kadın da büyüttü. Bu yüzden kendimi biraz da Afto Türk sayarım.

Bugün kullandığımız dil itibariyle, gazetecilik bakış açısından, doğru gördüğümüzü söyleme ısrarımız yüzünden bizi zaman zaman farklı ideolojik kimliklere sokarlar. Kimisi bir etnik kökene düşman olduğumu söyler, kimisi aşırı milliyetçi olduğumu söyler, kimisi komünist olduğumu söyler. Hâlbuki bunların hiçbirine ait olmayan, gerçekten hoşgörülü, çok renkli, çok fikirli, özgürlükçü bir ortamda büyüdüm. Bununla da çok gurur duyuyorum.

Kitap okunan bir evde mi büyüdünüz? Çocukken kitaplara düşkün müydünüz?  

Benim kitapla bu kadar yakın olmamın temel sebebi Cumhuriyettir. Çünkü ben İzmir’de bir Cumhuriyet ilkokulu olan Necatibey İlkokulu’nda okudum. Bu devlet okulunda inanılmaz zengin bir kütüphane vardı. Öğretmenlerimiz bizi hem o kütüphaneden hem de İzmir’deki Milli Kütüphane’den faydalanmaya teşvik ederdi. Dolayısıyla ben ilkokul 3. ve 4. sınıftan itibaren bir kütüphane kurdu olmaya başladım. Sadece kendim için değil o okulda okuyan diğer çocuklar için de bunu söyleyebilirim.

İzmir gibi bir şehirde büyüdüğümüz için çok şanslıydık. Bizim sokak aralarımızda bile özel kütüphaneler, kitabevleri vardı. Oraları da kurcalıyordum. Mesela ben Stevenson'un Define Adası ile tanıştığımda ilkokul 4. sınıftaydım. Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi ile tanıştığımda orta birdeydim.

Bir de şuan uygulama devam ediyor mu bilmiyorum ama benim ilkokul ve ortaokul okuduğum dönemde öğretmenlerin, okulun başarılı öğrencilerini ödüllendirme yöntemi kitap hediye etmekti. Mesela ben orta birde teşekküre geçmiştim. Beni cuma günü yapılan bayrak töreninde çıkarıp başarılı öğrenci olarak tanıtmışlardı ve Anadolu mitolojisi hakkında bir kitap hediye etmişlerdi. Hala unutamam. Aslına bakarsanız burası gelişmiş bir ülke olsaydı, her meslekte okuyup geçimimizi sağlama imkânımız olsaydı ben sırf Anadolu mitolojisinden etkilendiğim için arkeolog olmak isteyebilirdim.

Sizi etkileyen ilk kitap hangisiydi?

En etkilendiğim kitap Robert Louis Stevenson'un Define Adası'dır. İlkokul 4. sınıftaki bir çocuğun dünyası için olağanüstü etkileyiciydi.

Yılmaz Özdil'in En Etkilendiği İlk Kitap: Define Adası - Robert Louis Stevenson - İş Bankası Kültür Yayınları

Gazetecilik bölümünden mezun olduğunuz ve uzun yıllardır gazetecilik yaptığınız için işinizi sevdiğinizi düşünüyordum. Arkeolog olmak istemeniz beni şaşırttı.

Hayat dediğimiz şey beş yıllık kalkınma planı değil. Gazeteci olmam, gazetecilik fakültesini kazanmam ve mesleğe başlamam tamamen tesadüfler üzerine kurulu. Üniversite sınavına girdiğim yıllarda 18 tane fakülte tercihi yapıyorduk. Puan nereye yeterse oraya gidiyorduk. Benim puanım da Ege Üniversitesi Basın Yayın’a yetti. Hepsi bundan ibaret. Bir de babam o sırada Yeni Asır Gazetesi'nde şoför olarak çalışıyordu. Bana torpil yaptı. Yeni Asır’da gazeteci olarak işe başladım. Yani babam Pınar Süt’te çalışsaydı Pınar Süt’te, Piyale’de çalışsaydı Piyale’de işe girerdim herhalde. Çünkü benim sadece sigortalı bir işe ihtiyacım vardı.

Babam bana yaptığım işi iyi yapmayı öğretti. Köfteci isem en iyi köfteyi yapmaya çalışırdım. Tekstilci olsam en iyi gömleği üretmeye çalışırdım. Hayat beni gazeteci yaptı. Olabildiğince dürüst, en iyi gazeteci olmaya çalışıyorum. Yoksa gazeteci olmak gibi bir idealim, tutkum yoktu. Bugün de hala yok.

Türkiye’de ekonomi nedeniyle sevdiğin işi yapamıyorsun, yaptığın işi sevmek zorundasın. Ekonomik olarak sevdiğim işi yapma imkânım olsaydı mesela bir katamaran hocası veya hentbol antrenörü olmak isterdim. Veya arkeoloji okumak isteyebilirdim. Ama Türkiye insanlara bu fırsatı vermiyor.

Biraz da günümüzde neler okuduğunuzdan ve sizi seven okurlarınıza tavsiye etmek istediğiniz kitaplardan bahsedelim mi?

Benim kitap okumamı tabii biraz gazetecilik şekillendirdi. Aynı anda 10-12 kitap okurum. O anki ruh halim neyse onu alıp devam ederim. Mesela bu gece gittiğimde o anki ruh halim neyi gerektiriyorsa baş ucumda duran 10-12 kitaptan onu alıp okuyacağım. Yani başlayıp bitirme şeklinde değil aynı anda 10-12 kitabı okuma şeklinde bir alışkanlığım var.

Elbette öğrencilik yıllarımızda vesaire edebiyat yoğun okumalar yapardık. Fakat özellikle son 20 yılda diyebilirim ki mikrotarih okumayı çok seviyorum. Mesela telefonun tarihini çok merak ederim. Oturup telefon ile ilgili kitap okurum.

Lisede ağırlıklı matematik okudum. Dolayısıyla analitik okuma yapmayı ve analitik yazmayı da çok severim. Bu yüzden kitap tavsiyelerim insanlara pek uymayabilir.

Bildiğim kadarıyla Kemal Tahir’i çok seviyorsunuz.

Kemal Tahir’i çok severim. Toplumu gözlemlemesi açsından Aziz Nesin’den bile daha ileri bulduğum bir insandır. 60 yıl önce yazdıklarının bile bugün hala yaşıyor olması gözlemlerinin ne kadar sağlam olduğunu gösteriyor.

Ben de toplumu gözlemleyen bir meslek yapıyorum. Dolayısıyla kendi köşe yazılarımda, kendi kitaplarımda benzer bir kalıcılık yaratmaya çalışıyorum. Bunun da yolu gözlemin doğru olmasından geçiyor. Bu anlamda Kemal Tahir’i çok önemli buluyorum.

Tarih sevdiğinizi söylemiştiniz zaten. Kemal Tahir de en iyi tarihi roman yazarlarımızdan.

Tarih gibi görünür ama aslında toplumun bir fotoğrafının görünmesidir. Rıfat Ilgaz’ın, Muzaffer İzgü’nün, Fakir Baykurt’un, Yaşar Kemal'in ve Aziz Nesin’in de yaptığı budur. İçinde yaşadığımız toplumu gözlemlemek ve bu gözlemleri fotoğraf olarak bize yansıtmak. Ama bu isimlerin hepsinin küçük pencereler halinde yansıtmalar yaptığını, toplumun bütününe bakışta en isabetli analizlerin Kemal Tahir tarafından yapıldığını düşünüyorum.

Mesela Kemal Tahir’in Esir Şehir üçlemesi (Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı) bana göre Türkiye’de üzerine kitap yazılması imkânsız bir bakış açısıdır. Esir Şehir üçlemesini okuduğunuzda onu getirip 12 Eylül rejimine koyarsanız aynı gözlemi görebilirsiniz. 20 senedir yaşadığımız AK Parti iktidarına koyarsanız aynısını görebilirsiniz. Demokrat Parti iktidarına bakarsanız aynısını görebilirsiniz. Ben iddia ediyorum 100 sene sonra bu ülkede yaşanan rejim her ne olacaksa bakıldığında Kemal Tahir’in gözleminin birebir oturduğu görünecek. Çünkü insanımızın kodlarını çok iyi çözmüş.

Kemal Tahir'in Tüm Kitapları

Siz de iyi bir gözlemcisiniz. Son dönemde Atatürk’e olan ilginin arttığını düşünüyorum. Cumhuriyet’in 100. yılında Atatürk yeniden doğmuş gibi. Çocuklar için bile Atatürk kitabı yazmış, Atatürk’ü herkese anlatmak isteyen biri olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Atatürk ile özdeşleştirilmem benim açımdan harika bir şey. Bundan onur duyuyorum. Ama aslında ben 13 tane kitap yazdım. Bunlardan sadece bir tanesi Atatürk. Atatürk kitabını pahalıya sattı, Atatürk üzerinden ticaret yapıyor, Atatürk tüccarı gibi söylemler CHP içindeki suni solcuların, AKP içindeki iktidar yandaşlarının, HDP içindeki Cumhuriyet düşmanlarının vesaire oluşturduğu bir koronun.

Neden Atatürk kitabı yazdım? Çünkü ben bunu 2010 yılı gibi çalışmaya başlamıştım. Mustafa Kemal kitabı için 8 sene çalıştım. Mustafa Kemal, Son Cüret ve Anka Kuşu üçlemesi için 10 yıldan fazla arşiv çalışması yaptım. Bunu bir vatandaşlık görevi olarak üstlendim. Elde ettiğimiz geliri eğitim için bağışladık. Yani Atatürk sever gibi görünen ama aslında farklı bir Atatürk ideolojisini, farklı bir Mustafa Kemal kimliğini topluma dayatmaya çalışanları gördüm. Bu yüzden bir gazeteci olarak doğrusunu yazdım. Doğrusunu yazdığım için Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en yüksek tirajına ulaşan kitabı oldu.

Bugün toplumun bir kesimi kendisini Atatürkçü olarak konumlandırıyor. Bir kesimi Atatürk’ü gereksiz abartılmış bir kavram gibi konumlandırıyor. Bir kesimi de Atatürk düşmanı olarak konumlanıyor. Mustafa Kemal bunların hiçbiri değil. Kuvâ-yi Milliye hareketiyle bağımsız bir Türk Cumhuriyeti kuruluyor. Biz bu bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni kurduğumuzda Avrupa’da Fransa ve İngiltere’den başka demokrasi ile yönetilen ülke yok. Mustafa Kemal’in ölümü ile beraber bu rejimi emperyalizmin hizmetine sunmak için bir faaliyet başlatılıyor. Çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, hepimizin, Kuvâ-yi Milliye dediğimiz kavramın temel mücadelesi aslında emperyalizm, işgal. Mustafa Kemal öldüğü anda bu işgal faaliyeti yeniden başlatılıyor. 15-20 yıl önce silahla başaramadıklarını kültürle yürütüyorlar.

Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren ama 70’li yıllardan sonra hızlı bir şekilde toplumun bir bölümüne Sovyetler Birliği, Küba, Çin gibi komünist ülkelerin kahramanları dayatıldı. Bir bölümüne bu komünist rejimin karşısındaki dünya liderleri dayatıldı. Böylece Türk gençliği aslında Mustafa Kemal’i tanımadan, Mustafa Necati Bey’i tanımadan, İsmet İnönü’yü tanımadan Che Guevara’yı tanıdı. Mesela çocuk size Mao hakkında konferans verebilir. Kuvâ-yi Milliye ile ilgili hiçbir şey söyleyemez. Dolaysıyla bu topluma kültür yoluyla bir işgal faaliyeti başlatıldı. Bu işgal faaliyetinin neticesi işte bugün bize Atatürk olarak çıkıyor.

Genç dediğimiz neslin bulduğu kabuk ve bu kabuğu kaldırıp altında gördüğü sağlıklı cilt bizim Kuvâ-yi Milliye dediğimiz kavramdır. Kuvâ-yi Milliye ruhu herhangi bir örgütlenmenin sonucu değildir. Bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi damarlarında dolaşan kandır. O yüzden aslında ne yaparsan yap bu damarda dolaşan kan açığa çıkıyor. Kimisi kendisini kürtçü olarak tarif ediyor. Kimisi kendisini dinci olarak tarif ediyor. Kimisi kendisini Avrupa aydını olarak tarif ediyor. Ama bunların hepsinin çocuklarının damarlarında aslında aynı Kuvâ-yi Milliye kanı akıyor. Bugün o ruh yeniden Mustafa Kemal’i keşfetmeye çalışıyor. Neden? Çünkü ona anlatılan Mustafa Kemal o genci tatmin etmiyor, öğrenmek istiyor.

Bunu şununla da ilintilendirebiliriz: Mesela bazıları kendisini dindar olarak yorumlar ama aslında dine dair hiçbir şey bilmez. Mustafa Kemal de aslında bir kesim tarafından din haline getirildi. Biz onu okulların bahçesinde bir büst, sınıflarda bir poster haline getirdik. İçini boşalttık. Ama bugün hepimizin bir arada yaşamasını sağlayan çimento emperyalizme karşı verilen, Mustafa Kemal’de vücut bulan mücadele. Bu yüzden genç nesiller ne yapılırsa yapılsın tekrar tekrar dönüp Mustafa Kemal gerçeğini keşfediyor.

Ben Türkiye’yi bu anlamda hep uzun atlamacı bulurum. Yani sorunlarımız her ne olursa olsun Türkiye hep iyiye gider. Mesela bugün özellikle gençler Türkiye’den gitmeyi düşünüyor. Geleceğe dair kaygıları var vesaire. Hâlbuki Atatürk 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru’na bindiğinde onun ideallerine yani halkın egemenliğine, demokrasiye, cumhuriyet kavramına, bizim çağdaş yaşam biçimi dediğimiz devrimlere inananların sayısı belki de 100 binde 1’di. Ama bugün geldiğimiz ortamda hangi partiye oy verirsen ver cumhuriyetin imkânlarından, fırsat eşitliğinden faydalanıp çağdaş bir yaşam biçimi sürmek isteyen insanların oranı minimum %80. Dolayısıyla tarih aslında çağdaş yaşam biçiminin, Mustafa Kemal devrimlerinin lehine akmış. Yani Bandırma Vapuru aslında rotasında yürümeye devam ediyor. Bu yüzden işte o gençler dönüp bunun sırrını öğrenmeye çalışıyor.

Şu sıralar YouTube kanalınızda gündeme dair görüşlerinizi içeren videolar yayımlıyorsunuz. Geleceğe dair çeşitli planlarınız, okurlarınıza duyurmak istediğiniz haberler var mı?   

YouTube falan benim isteyerek yaptığım bir şey değil. Her yerden kovuldum. Çalışacak yer olmadığı için kendime bir YouTube kanalı kurdum. Dolayısıyla geleceğe dair bir planım da yok. Yarın öbür gün Youtube’dan kovulur muyuz? Böyle bir imkân var mı? Onu da bilmiyorum. Hayat bizi şekillendiriyor.

Aslında teknik olarak mesleği de bırakmış vaziyetteyim. YouTube kanalında kendi düşüncelerini söyleyen amatör bir gazeteciyim. Bunu söylediğimde insanlar yadırgıyor. Bu sene gazetecilikte 43. yılım olsa da aslında ben amatör bir gazeteciyim. Çünkü hayatım boyunca basın kartım olmadı. Gazetecilik yapmak için başbakanlıktan veya devlet otoritesinden belge alma ihtiyacı hissetmedim. Gazeteciler yurt dışına gitmek için gazeteci olarak hemen vize alırlar. Ben alamam. Çünkü ben yurttaş olarak başvururum. Gazetecilerin kullandığı avantaları meslek hayatım boyunca kullanmadım. Kullanmayı da doğru bulmuyorum. Kitaplarım 6 defa tiyatro oldu. Kendime ait tiyatrolara bile bilet paralarını ödeyerek gittim. Herhangi bir gazeteciler cemiyetine üye değilim. Hiçbir zaman olmadım. Siyasete de bu yüzden girmedim. Çünkü gazetecilerin toplumla kurduğu insani ilişkiyi kendi ikballeri için dönüp siyasete devşirmeleri son derece yanlış bulduğum bir şey. Dolayısıyla ben bir amatör gazeteciyim ve amatör gazetecilikten emekli de olmuyorsun.

Babam Yeni Asır’da şofördü. İzmir’de Kısmet Taksi durağı vardır. Onu benim dedem kurdu. Ben aslında direksiyondan yetişmiş bir ailenin çocuğuyum. Bizim yaş grubumuz bilir İzmir fuarı çok ünlüydü. Türkiye’nin her yerinden insanlar gelirdi. 1 ay boyunca büyük şenlik olurdu. Gazinolar, tiyatrolar vesaireler falan. Yani Türkiye’nin bütün eğlencesi 1 ay içine sığardı.

Yeni Asır’da çalışanlara fuardan bedava biletler gelirdi. Ben ilkokuldaydım yanlış hatırlamıyorsam, babam bilet getirdi. "Akşam Nejat Uygur Tiyatrosu'na gidelim." dedi. Tiyatrocular mecburen gazetecilere bedava bilet gönderiyor ki gazeteciler kendilerini öven haberler yapsın. Nejat Uygur’da tiyatro için gazeteye bedava biletler göndermiş. Babam da onlardan birini almış. Biz de ailecek Nejat Uygur Tiyatrosu'na gideceğiz. O günü hatırlarım, Nejat Uygur Tiyatrosu'nun biletinin altında "avantaforlar içindir" yazıyordu. Adam hem gazetecilere bedava bilet vermiş hem de gazetecilerin aslında ne kadar rezil insanlar olduğunu oraya espriyle yazmış. Ben o avantaforlar lafını hayatım boyunca unutmadım. Meslekte 43. yılımı doldurdum. Gazetecilerin avantafor olmasından tiksinen bir insanım. Bu yüzden ömrüm boyunca basın kartı almadım. Amatör bir gazeteci olarak kalmayı tercih ettim. Bundan da çok mutluyum.

Yılmaz Özdil'in Tüm Kitapları

Röportaj: Elif Yıldız

İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.