Bugün, dünyanın en büyük problemi vicdan sahibi olup da vicdanından haberdar olmayan milyarlarca insanın varlığıdır.
Nurullah Genç ile söyleşi ve imza etkinliği için İstanbul Yolu şubemizde buluştuk. Yazarımız, okurlarıyla keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi. Kitaplarını imzalatmak ve kendisiyle tanışmak isteyen okurlar, uzun kuyruklar oluşturdu. Genç, her katılımcıyla tek tek ilgilenerek soruları büyük bir içtenlikle yanıtladı ve herkesle fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedi. Bununla da kalmayıp, röportaj teklifimizi kabul ederek bizi ayrıca mutlu etti.
Röportaja geçmeden önce "Nurullah Genç kimdir?" sorusuna kısaca cevap vermek istiyoruz:
Nurullah Genç, 1960 yılında Erzurum’un Horasan ilçesinde doğmuş, ilk ve ortaöğrenimini Horasan’da, lise ve üniversite eğitimini ise Erzurum’da tamamlamıştır. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra akademik kariyerine başlamış, 1990 yılında doktor, 1995’te doçent, 2001’de profesör ünvanını kazanmıştır. 2003-2010 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi’nde görev yapan Genç, daha sonra İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı ve dekanlık yapmıştır. Edebiyat dünyasında derin izler bırakan Nurullah Genç'in şiirleri, birçok dergide yayımlanmış ve pek çok ödül kazanmıştır. Roman, şiir kitabı gibi farklı türde eserleriyle yazınsal kariyerini sürdürmektedir.
Şimdi sizleri, Nurullah Genç ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbeti okumaya davet ediyoruz!
"Şehrin ruhu" diye bir kavram var. Şehir, binalarıyla ve kültürel yapılarıyla mücessem bir yapıdır, yani cisimleşmiştir. Bir de mücerret tarafı vardır; gelenek-görenek ve adetler. Bunlar bir yere yazılı değildir ama insanların hafızasında taşınır. Ve bunların oluşumu insandan doğar. Yani yüzyıllar boyunca şehri kuranların o şehre kattıkları ruh, aslında "şehrin ruhu"dur.
Bunu, İbn Haldun'dan günümüze kadar şehir üzerine yazan pek çok kişinin eserlerinde de görürüz. İbn Haldun’un hadari ümran dediği, bizim yerleşik medeniyet dediğimiz medeniyetin ruhu, aslında o medeniyeti kurmuş ve oraya damgasını vurmuş insanların ruhudur. Peki, o insanlar o ruhu nereden alıyorlar? Onlar da dünya görüşlerinden alıyorlar. Dolayısıyla şehrin ruhu, bir inancın, bir dünya görüşünün ruhudur ve o dünya görüşü, o şehirde hem mücessem yapıyı hem mücerret yapıyı etkiler. Bundan dolayı, çocuk olarak bir şehirde büyüdüğünüzde bu iki yapıdan da etkilenirsiniz. Mesela mücessem yapı zarar görmüşse, tarihi yapıları falan yoksa o şehrin ruhu zedelenir. Siz o şehirdeki kültürel mirastan yararlanamazsınız. “Bu cami nedir?” diyemezsiniz mesela. Hamam nedir bilmezsiniz. Ya da Erzurum’da vardır, kümbet nedir bilmezsiniz. Ama kümbet varsa, sorarsınız: "Bu nedir?" dersiniz. Bilen biri size anlatır. İşte o mücessem yapıyı oluşturan ruhu, bu yapılarla size aktarır ve siz anlarsınız ki atalarımız dünya görüşlerinden dolayı bunları tesis etmişler. Bu, heykellerin süslediği bir Yunan şehri için de böyledir, Budist yapıların süslediği Uzak Doğu’daki bir şehir için de. Yani evrenseldir. Bu nedenle "şehrin ruhu" dediğimiz kavram, insanın yetişmesi açısından son derece önemlidir.
Eğer o şehirde mücessem yapı yoksa, gelenekler-görenekler zedelenmişse, sanat ve edebiyat yoksa şehir ruhunu kaybetmiş demektir. Ve o ruhu kaybetmiş şehir, o millete fayda sağlayacak özel ruhlu insanlar yetiştiremez. Bu o kadar önemlidir. Benim en önemli kazançlarımdan birisi de budur. Erzurum'da okuduğum yıllarda, hem köyde hem de şehirde, biraz kirlenmiş, biraz kıymeti bilinmemiş mücessem yapıdan ve eski geleneklerden-göreneklerden, yani mücerret yapıdan nasibimi alma imkânına kavuştum. Çocukluğumda ezberlediğim şiirlerin, hafızama yer etmiş masalların, destanların, kıssaların sebebi budur. Bugün bir yerlerde bir şeyleri anlatırken geçmişe atıfta bulunuyorsam, bunun nedeni şehrin ruhunun bende bir şekilde tezahür etmesidir. Bu nedenle ailelere zaman zaman şöyle bir tavsiyede bulunuyorum: Çocuklarınızı alın ve tarihi yapılara götürün. O yapıları sadece izlemesinler. Bilmiyorsanız, yapının geçmişini bir okuyun, onlara anlatın ve onun niye kurulduğunu söyleyin. O zaman o çocuğa o ruhu aktarırsınız.
Bir düşünürün şöyle bir sözü var, onunla bitireyim: "Bir şehri fotoğraflarıyla tanıyan kişi, içinden tanıyan kadar tanıyamaz.” Yani, diyelim ki Kudüs’e hiç gitmediniz, sadece fotoğraflarla tanıyorsunuz. Bir de Kudüs’ün içinde yaşayan birisi var. Siz, onun kadar tanıyabilir misiniz? Ama bundan daha acısı ne biliyor musunuz? Bir şehirde yaşayıp da dışarıdan fotoğraflarla tanıyan kadar dahi o şehri tanımayan insanın hali. Ve maalesef bugün, şehirlerimizin pek çoğu denizi bilmeyen balıklar gibi bulunduğu yeri bilmeyen insanlarla dolu.
Dört-beş yaşlarında bize öğretilen Kur'an baş kitabımız zaten. Onu okurduk, ezberlerdik, amcam ve babam anlamlarını bize söylerdi. Kur'ân-ı Kerîm'den sonra beni etkilemiş en önemli kitap Yunus Emre Divanı'dır. Çünkü babam sürekli ondan okurdu. İkinci sırada Niyâzî-i Mısrî gelir. O nakaratlı sözler çocuk halimle çok hoşuma giderdi. Başka kitap bilmezdim henüz ama onları dinlerdim. Okula gidip okumayı yazmayı öğrenince, bana verirdi "Kontrol et yanlışım var mı?" diye. Bazen takılırdım: "Baba, burayı yanlış okudun." o da "Oğlum, o kadar olur," derdi.
Yunus Emre bir deryadır. Sehl-i mümteni'nin doruk noktasında yer alır. Şiirleri o kadar kolay görünür ki ama çok zor taklit edersiniz. Yani deseniz ki "Vardım bkmkitap’a, anda gördüm Nurullah kitaplarını" hemen akıllara "Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü" gelir ve Yunus Emre’nin sözleri olduğu söylenir. Bugün, şiirde, sanatta, edebiyatta hiç zorlanmadan kaleme alma halimin alt yapısını Yunus Emre ile tanıştığım yıllar oluşturur. Çünkü kelime hazinesi sıkıntısı çekmiyorum. Bir şeyi ifade edeceğimde "Burada hangi kelimeyi kullanabilirim?" derdim yok. İşte etkilenme böyle başladı.
Tabii, başköşede şiirlerimiz durur çünkü hayatımla iç içedir. Yazmak için özel bir zaman ayırmıyorum. Zaten şiirin kendisi edebiyatın en derin çizgisidir. Neden? Çünkü az bir metnin içine çok fazla anlam sığdırmak zorundasınız. Yoksa o, şiir olmaz. Ben şiir için şöyle bir tanım kullanıyorum: Şiir, her okuyanda kendini yeniden var eden sanat eseridir. Bazen diyorlar ki, "Nasıl olur? Kendisini var etmek nedir?" Şöyle açıklıyorum: Her okuyan, kendi yapısına, kültürüne, birikimine, anlayışına, kabiliyetine, ufkuna ve kelimelerine göre o şiiri farklı bir şekilde anlar. Hazinesi on bin kelime olan başka bir ufka açılır, hazinesi bin kelime olan başka bir ufka. Şiirse ikisinin de hoşuna gider, ama çıkardıkları anlamlar farklıdır. Nesir metinleri böyle değildir. Yani bir romandan veya anı kitabından bunu elde edemezsiniz. Ama şiir böyle bir güce sahiptir.
Mesela, az önce dediğim gibi, Yunus Emre’nin "Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü" dizesini herkes kendi durumuna göre anlayabilir. Birisi şaşırıp “Yunus burada amma da söylemiş, hiç erik dalında üzüm yenir mi kardeşim? Erik vardır orada. Sanki şiir olsun diye değiştirmiş,” diyebilir. Hikmeti bilmeyen bu şiiri kavrayamaz. Hayırdan şer, şerden hayır çıkabileceğine inanmayan birisi, bu derinliği anlayamaz.
"Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü" mesela benim kendime göre bir halim var, bir de başkalarının beni gördüğü hal var. Ben bana göre A’yım, size göre B, ama gerçek halim C. Ben hangisiyim? "Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan issi kakıyup der ne yersin kozumu" Bostanın sahibi de bağırıyor: “Cevizimi niye yiyorsun?” Peki, ben erik miyim, ceviz miyim, üzüm müyüm? Bu şekilde baktığınızda şiirin anlamı derinleşiyor. Bu tamamen kişinin birikimiyle ilgili. Bu yüzden sanat eserlerinin şahikasında, anlam derinliği itibariyle şiir yer alır. Eğer bir şiir bu tür açılımlara sebep olamıyorsa, eskilerin deyimiyle, "nakıstır" yani eksiktir.
Şahsım bazında söylemek istemiyorum çünkü ben böyle bir sıkıntı çekmiyorum. Gittiğim her yerde gençlerle karşılaşıyorum, şiir okuyanlar şiir kitaplarını getiriyorlar, imzalatıyorlar. Şiir üzerine sorular soruyorlar, bana yazıyorlar. Ancak bu yeterli mi? Yeterli değil. Genel anlamda baktığımızda, Türkiye’de şiirin şu andaki yerinin hak ettiği noktada olduğunu söylemek mümkün değil. Seksen beş milyonluk bir ülkede, bir şiir kitabı yılda üç bin satıyorsa hatta satmıyorsa ortada çok ciddi bir problem var demektir. Bu nedenle şiir istediğimiz yerde değil.
Bu durumun iki temel sebebi var: Birincisi, insanların kelime hazinesini genişletmek için bir çaba göstermemesi, yani yeterince okumaması. İkincisi ise şairlerin, az önce bahsettiğim anlam derinliğini ortaya koyan, ama aynı zamanda şiir özelliği taşıyan metinlere yeterince imza atamaması. Bu iki sebep, şiiri Türkiye’de hak ettiği noktadan uzaklaştırıyor.
Edebiyatçılar, şairler ve edebiyat araştırmacıları bu konuyu sorgulamalı: "Neden?" İşte bugün bkmkitap’ta kısaca kelimenin esrarını anlattım. Kelime, “tesir eden” demektir. Peki, şiir neden tesir etmiyor? Ne kadar acıdır ki biz birçok metni bir araya getirip şiir kitabı olarak yayımlıyoruz ama insanlarda bir duygu oluşturmuyor, tesir etmiyor. Bu demektir ki bir şeyler noksan. Noksanlığın ne olduğunu tespit eder ve ortadan kaldırırsak, Türkiye’de şiir bambaşka bir yere doğru gider.
Onlara diyeceğim şu: Klasik manada "okuyun" demeyeceğim ama söylediklerim onlara ne hissettirecek kendileri düşünsünler.
Kendilerini İyi Tanısınlar ve Sorgulasınlar:
Öncelikle, kendilerini tanımaya çalışsınlar ve kendilerini ilgilendiren bütün kelimelerle düşünmeyi adet haline getirsinler. "Ben kimim? Neden yaşıyorum? Nasıl yaşıyorum? Sağlığımın değeri nedir? Ölüm nedir?" gibi sorular üzerinde düşünsünler. Bir gün sevinç, bir gün üzüntü gibi duygular üzerinde düşünerek kendilerini değerlendirsinler.
Söyleyecekleri Şey Hayra Vesile Olmayacaksa Sussunlar:
Konuşmaya başlamadan önce dillerini yutsunlar. Bunun ne kadar faydalı olduğunu görecekler. Çünkü konuşmayı engellediğinizde, okumayı ve öğrenmeyi kamçılarsınız. Bu bizim için de böyle. Bazen kendime "Gidip her yerde konuşuyorsun, vakit kalmıyor. Yanına kitap al ve oku," diyorum. Yanıma kitap aldığım zamanlar oluyor, telefonumda indirdiğim bir sürü kitap var, fırsat buldukça bir şeyler öğrenmek için onları okuyorum. Çünkü konuşmaya ayırdığınız vakit, sadece mevcut kelimelerinizle sınırlıdır. Oysa sessiz kaldığınızda, yeni kelimeler edinme şansınız olur. Bu nedenle konuşmalarını sınırlayıp, daha çok dinlesinler.
İnsanlarla Uğraşmaktan Kaçınsınlar:
Kimsenin aleyhinde bir şey düşünmesinler, dedikodu yapmasınlar. Çünkü gelecekte o kişi iyi, kendileri ise kötü olabilir. İnsanları kılık kıyafetleriyle yargılamasınlar. İnsanlar hakkında hüküm vermek yalnızca Allah'a aittir. İnsanın ne kadar kıymetli bir varlık olduğunu, tüm kainata bedel olduğunu bilsinler. Burada özellikle "insan" diyorum, Müslüman demiyorum. Eğer bir insan katil değilse ve fitneye sebep olmuyorsa, o kişi kâinata, bütün insanlığa bedeldir. Çünkü Allah böyle tanımlıyor. Bizdeki karşılığı da "Her âdem bir âlemdir, âdemin ölümü âlemin ölümüdür" şeklindedir. Atalarımızın "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" sözü de bu yüzden söylenmiştir. İnsana gereken kıymeti versinler.
Bu üç tavsiyeyi uyguladıklarında, zaten kendilerini kitaplarla baş başa bulacaklar.
Bugün bir genç de geldi ve bana hayatıma damga vurmuş önemli kitaplardan birini sordu. Bu eser, Aliya İzzetbegoviç’in "Doğu ve Batı Arasında İslam" kitabıdır. Bu kitap sabırla, sözlükle ve ruhuna vakıf olarak okunmalıdır. Doğu’yu ve Batı’yı anlamak için okumamız gereken en önemli eserlerden biridir. Eğer bir genç bu kitabı anlayarak okursa, bugün Gazze’yi, Lübnan’ı, Ukrayna’daki savaşı ve dünyadaki sömürgeci Batıyı çok daha iyi anlar. Çünkü o kelimeler ve göstergeler, onu tüm dünyaya açar.
Doğu ve Batı Arasında İslam kitabı, Batı'nın neyi temsil ettiğini ve Doğu'nun bu karşılaşmada nerede durduğunu anlamak için bir anahtardır. Bosna’yı, Boşnakların bizi neden sevdiğini, Balkanların tarihini daha iyi kavramaya yardımcı olur. Aliya İzzetbegoviç, yalnızca felsefe, sosyalizm, Hristiyanlık, yahudilik ve diğer ilahi kitapları okumuş bir düşünür değil, aynı zamanda zindanlarda senelerce kalıp derinlemesine düşünmüş ve fikirlerini hayata geçirmiş bir liderdir. O, bir eserinde "Evladım, Batı hiçbir zaman uygar olmadı ve olmayacaktır," diye yazmıştı. Otuz yıl geçti ve bugün Batı'nın nasıl bir vahşi olduğunu hepimiz görüyoruz.
Bu nedenle tavsiyem, okumaya bu kitapla başlamalarıdır. "Doğu ve Batı Arasında İslam"ı bitirdiklerinde, zaten hangi kitapları okumaları gerektiğine kendileri karar vereceklerdir.
Bakın ne güzel oldu, siz tavsiye istediniz, ben de bir kitap önerdim ve bu bkm'ye de uydu: Bir Kitapla Mümkün. Romanlarda sıkça rastlarız: "Bir kitap okudum, hayatım değişti." Tabii ki bu kadar kolay değil. Kitapların tılsımlı bir gücü varmış gibi düşünmemek lazım; herkese kitap verelim, herkes okusun ve herkes değişsin diye bir beklenti içinde olmamalıyız. Kim değişir biliyor musunuz? Değişme arzusu olan, doğruyu arayan kişi değişir. Eğer bir kişinin "doğru nedir?" diye bir arayışı yoksa ona bütün kitapları okutun yine de değişmez. Doğruyu arayanın kalbi, Allah’ın ona doğruyu göstermesine açıktır. Ancak arayışı olmayan birinin kalbi buna kapalıdır ve Allah bu arayışta olmayanın kapısını kolay kolay açmaz. Kişi, doğruyu bulma arzusuyla arayışta olmalıdır.
Mesela, tüm insanlık bir arayışa girse, Müslümanlar da dâhil, çünkü çoğu doğruyu tam olarak bilmiyor. "Doğru nedir? Kur’an nedir? Tevrat nedir? İncil nedir?" diye sorsalar, peygamberlerin hayatlarına, gerçek kaynaklardan, iftira dolu ya da yanlış kaynaklardan değil, ulaşsalar ve gerçeği arasalar, sadece tek hadise bugünkü dünyayı anlamalarına yetecek. Nedir o hadise? Mesela, en son Gazze’de Müslümanlara, Filistinlilere un taşıyan bir arabayı çeken atı vurdular. At yem yiyordu, ne Gazze’yi biliyor ne İsrail’i. Hiçbir şeyden haberi yok. Ama bir sniper, o hayvanı hedef aldı ve öldürdü. At ayaklarını uzatıp can çekişirken, ben de o an can çekiştim. Neden biliyor musunuz? Çünkü savaşa katılan insanlar bir mücadele içinde, ama o atın hiçbir şeyden haberi yok, sadece yem yiyordu.
Bu hadiseyi insanlık, dediğimi yaparsa anlayabilir. Nasıl anlayacaklardı? Peygamberimiz, on bin kişilik orduyla sürüldüğü şehir Mekke'yi fethetmeye giderken, yolun kenarında yavrularıyla birlikte bir köpek görür. Devesinden inip yanlarına gider, onlarla ilgilenir ve ashaptan birini çağırarak, "Bekçi ol, ordu buradan geçene kadar bunlara kimse dokunmasın," der. Bir yanda köpek yavrularını koruyan bir inanç, diğer yanda yem yiyen masum bir atı vicdansızca öldüren bir inanç. İnsanlık bunu anlayacaktı.
Bu yüzden Allah, arayanların yolunu açar, aramayanların değil. Bir kitap da arayana tesir eder, aramayana etmez.
Yaşananlar vicdan sahibi olanları sarsıyor. Vicdan, bildiğiniz gibi inanç üstü bir kavramdır. Vicdan, neyin doğru neyin yanlış olduğuna kanaat getiren, doğrudan mutluluk, yanlıştan ise acı duyan insanın halidir. Aynı zamanda akılla da iç içedir. Aklı olmayanın vicdanı da olmaz. Akıl sahibi olan, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen ve doğrudan mutluluk, yanlıştan ise üzüntü duyan kişi vicdan sahibidir. Vicdan, inançların ötesindedir. Ancak İslam ile buluştuğunda, kişi Müslümanlığın bütün ahlakının bu vicdanı tesis ettiğini anlar.
Bugün insanlığın büyük bir kısmı vicdan sahibi olsaydı, Gazze’deki zulüm çoktan dururdu. Fakat dünyada hâlâ vicdanının sesi ayağa kalmamış milyarlarca insan var. Eğer hakikati bilselerdi, Amerika’daki milyonlar ayağa kalkar, Washington’a yürüyüp meydanları doldururlardı ve "Beyaz Saray'dan çıkın!" derlerdi. Ölüm pahasına bunu yaparlardı. İslam ülkelerinde de Müslümanlar meydanlarda toplanır, krallara "Sarayınızdan çıkın! Sizin bunu yapmaya hakkınız yok!" derlerdi. Ne yazık ki insanlığın vicdanı henüz tam anlamıyla uyanmış değil. Müslümanların üzerine ise adeta toprak serpilmiş gibi, vicdanlı olduklarını sansalar da birçok yerde henüz vicdanlarının farkında değiller. Vicdan sahibi olanlar ise kendilerini yıpratıyorlar, ayağa kalkıp gösteri yapıyorlar.
Peki, zulmü işleyenlerin vicdanı yok mu? Tabii ki yok. Çünkü onların vicdanı tek taraflı. Onlar şu inanca sahip: Kendileri dışındakiler hayvandır ve onları öldürmek mubahtır. Yoksa israil’in savunma bakanı "Filistin’deki insanımsı hayvanlarla savaşıyoruz" der miydi? Baş hahamları, "Bu hayvanların kadınlarına tecavüz edebilirsiniz, depresyondan kurtulmak için," der miydi? Bir başka bakanları, "Bu hapishanelerde bunları neden taşıyoruz? Bunlar hayvan, hepsini canlı canlı gömelim," der miydi? Onların zaten vicdanı yok. Ancak asıl sorun, vicdan sahibi olup da vicdanından haberdar olmayan milyarlarca insanın varlığıdır. Bugün dünyanın en büyük problemi bu.
Teşekkür ediyorum. Burada tahmin ettiğimden çok daha güzel bir iklimle karşılaştım; hem insan iklimi hem de kurumsal iklim, öyle söyleyeyim. bkm’nin açılımını da burada öğrendim: Bir Kitapla Mümkün. Bilmiyordum. Burada gördüm ki bir kitapla mümkün, bir insanla mümkün. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Artık burayı unutmam mümkün değil!
Röportaj: Elif Yıldız
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.