Menü
Hesabım
Şifremi Unuttum
Kayıt Ol
Sepetim
Mine Söğüt Röportaj
13.02.2024

Mine Söğüt Röportaj

Okuduğum kitaplar itiraz etmeyi ve düşünmeyi öğretti bana.

Mine Söğüt ile imza günü için Özlüce şubemizde buluştuk. Yazarımız okurları için kitap imzalamakla kalmadı röportaj teklifimizi de kabul ederek bizi çok mutlu etti. Röportaja geçmeden önce "Mine Söğüt kimdir?” sorusuna kısa bir cevap vermek istiyoruz.

Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğmuştur. Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde devam etmiştir. Aynı bölümde yüksek lisans yapmıştır. Gazetecilik kariyerine 1990 yılında Güneş gazetesinde başlamıştır. Ardından Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışmıştır. Öküz dergisinde yazılar yazmıştır. 2013-2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. İlk kitabı 2000 yılında yayımlanan "Adalet Cimcoz / Bir Yaşamöyküsü Denemesi" isimli biyografidir. Yazarlık kariyerine yazdığı romanlar ve öykü kitapları ile devam etmektedir.

Mine Hanım ile çocukluk yılları, etkilendiği yazarlar, önerdiği kitaplar, yazma süreci ve kitapları hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetimizde yazarlarla düzenledikleri buluşmalar hakkında konuşmayı da ihmal etmedik. Şimdi sizi sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.

Mine Söğüt

1968 yılında İstanbul’da doğmuşsunuz. Gözünüzü açtığınız evi, aileyi bize biraz anlatır mısınız?

İstanbul’da doğdum. Babam deniz subayıydı ve çok tayin oluyordu. Hem şehir içinde çok yer değiştirirdik hem de şehir dışına çok taşınıyorduk. Çok taşındığımız için ilkokula Gölcük’te başladım Tatvan’da bitirdim. Yedi ayrı ilkokulda okudum. Bu müthiş bir şeydi. Türkiye’nin çok değişik insanlarını, değişik sosyal durumlarını deneyimliyorsunuz o yaşta. Bana çok şey kattı. O yüzden hareket etmeyi, yer değiştirmeyi çok severim.

Asker ama solcu bir baba, solcu bir anne ile huzurlu küçük bir ailede büyüdüm. Büyük dramların, inişlerin ve çıkışların olmadığı keyifli bir evdi. Evde çok kitap okunurdu ve işte bütün çocukluğum şöyle geçti: "İleride ne yapacağın önemli değil. Kendi ayakları üzerinde duracak bir insan olmaya bak. Onun ötesine karışmayız." Bence bu müthiş bir şeydi. O yüzden ne zaman "Nasıl bir ev?", "Nasıl bir çocukluk?" soruları sorulsa ilk aklıma gelen bu olur.

Gerçekten çok şanslıydım. İyi bir kız babasıyla büyüdüm. Bu da önemlidir bizim toplumda. Bütün bunların beni çok dingin, nispeten daha sağlıklı ve kendi bireysel sorunlarıyla uğraşarak çocukluk geçirmiş biri olmaktan kurtardığını düşünürüm.

Bir yandan da 70'lerde büyüdüm. Çocukluğum güzeldi ama ülke korkunçtu. Asker olduğu için Kıbrıs Savaşı’na giden bir babam vardı. O yüzden çok küçük yaşta savaş hakkında düşünmeye başladım. Aile solcu olunca sokak çatışmalarını, yargılamaları, cezaevlerinde olanları, işkence haberlerini, hapse atılan gazetecileri, yazarları yani politik her şeyi çok erken yaşta öğreniyorsunuz. Bunlar da benim bugünkü ben olmamda aslında çok etkili oldu. Hele ileride yazar, gazeteci olacak bir çocuğun geçmişinde böyle şeyler olunca.

Bildiğim kadarıyla çocuklara her şeyin gerçeğinin söylenmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Kendiniz de küçük yaşta hayatın gerçeklerini öğrenen bir çocuk olmuşsunuz.

Çünkü bana Samed Behrengi okutuldu. Okuma yazmayı Küçük Kara Balık’ı heceleyerek öğrendim. Daha küçücükken Nazım Hikmet şiirleri ezberlerdim. Şimdi artık yazmıyor ama Küçük Kara Balık’ın arkasında eskiden şöyle yazardı: Bu kitabın yazarı çocukları çok seven İranlı bir öğretmendi. Şaha karşı fikirleri vardı. Şaibeli bir şekilde öldürüldü ve cesedi Aras nehrinde bulundu.

O zaman hemen yanı başınızda çocuk masalları yazan bir yazarın öldürüldüğü bir ülke var. Şah var falan. İşte bütün bunları başka bir yerden öğretiyorsunuz. Bu önemli çünkü maalesef işte 70’lerden bahsediyoruz geldik 2020’lere 50 yıl geçti dünya hala böyle. Nasıl bir dünyanın insanı olacağınızı bilmeden büyümek sizi daha korumasız yapar. O yüzden bir yetişkin olarak gerçekleri saklamak değil doğru bulmadığımız gerçekleri değiştirmek gerekiyor.

Özgürlükçü bir ailede gerçekleri açıkça öğrenerek büyümek sizi nasıl bir çocuk yapmıştı?

Ailem küçüktü ve tek çocuktum. Tek çocuk olmanın da çok avantajı olduğunu düşünürüm. Tek çocuk olunca ilişkilerinizi daha dikkatli kuruyorsunuz. Kendinizi nasıl sevdireceğinizi daha sağlıklı bir yerden düşünebiliyorsunuz. Bir kardeşle kurduğunuz o rahat ilişki olmuyor. İnsan ilişkilerinde daha empatik oluyorsunuz. -Ya da ben öyle deneyimledim.- Empatik olmanız gerekiyor. Karşınızdakini anlamak zorundasınız çünkü o bir yabancı. Ama kardeşiniz yabancı değil hatta rakip.

Hayatta bir rakip olmayınca kendinize güven açısından da bünyeniz neyse o şekilleniyor. Yine güvensiz olabilirsiniz ama koşullara bağlı olmuyor. Karaktere bağlı oluyor. O yüzden ben aşırı meraklı, dikkatli bir çocuk olduğumu hatırlıyorum. Bir de fazla farkında bir çocuktum sanırım. Yani şöyle bir çocukluk anlatamam: "Bilmiyorum, ben anlamadım o zaman." Her şeyi çok güzel anlardım, çok düşünürdüm. Okuduğum kitaplar itiraz etmeyi ve düşünmeyi öğretti bana. Evde de değer verilen şeylerdi bunlar. O yüzden sorumluluk alıyorsunuz. Birey olunca, başınıza gelenler başkaları yüzünden olmayınca bir de farkında olunca çok ağır bir sorumluluğu oluyor.

Henüz ilkokul çağındayken çok farklı kültürleri, insanları görmüş olmanız da empati duygunuzu beslemiş olsa gerek.

Tabii, bir ben veya biz yokuz, tek model bu değil. Bir sürü şey oluyor ve bunların çoğu da benim deneyimlediğimden daha zor şeyler. Vasat bir orta sınıf ailenin çocuğuysanız ve ev huzurluysa o evden çıkmazsanız dışarıyı da huzurlu zannedersiniz. Biz devamlı yeni ilişkiler, yeni yerler, farklı kültürler, farklı dinamikler gördüğümüz için benim deneyimlediğim şeyin nadir olduğunu erken yaşta fark ettim.

Mesela ben Bağdat Caddesi’nde çok havalı kolejlere hazırlanılan çok iyi bir okulda da okudum. Bu okulun en arka sırada oturan en kötü öğrencisi oldum. Ama Anadolu Kavağı’nda iki sınıflı köy okulu gibi bir yerde de okudum. Orada da dahi gibiydim. O çocukların daha hiç öğrenmediği şeyleri biliyordum. Bunları deneyimleyince başarı ölçünüz de değişiyor. Anlıyorsunuz ki başarı sizinle ilgili bir şey değil şartlara bağlı. Ayrıca başarılı olmak da çok gerekmiyor. Mutlu olmak daha önemli.

Çocukken Samed Behrengi ve Nâzım Hikmet okuduğunuzdan bahsettiniz. Sizi etkileyen ilk kitap için Küçük Kara Balık diyebilir miyiz?

Tabii ki diyebiliriz. Küçük Kara Balık'ı ezbere bilirdim. Farklı olmaktan gocunmama ve dünyayı merak ederek dışarı çıkma fikirleri beni çok etkilemişti. Tabii finaldeki cengâverliği tartışılır.

Ben gerçekten sosyalist hatta komünist bir tedrisattan geçtim ama daha en baştan mesafeli baktım. Ailem beni çok özgür bıraktığı için annemin babamın modeli bir ideoloji oluşturmadım. Armut dibine düşmedi. Ben bütün her şeye eleştirel ve "Neden?" sorusunu sorarak bakan biri oldum.

Püsküllü Deve’yi bilir misiniz? Püsküllü Deve yine Behrengi’nin hikâyesi. Bir oyuncak deve ile bir sokak çocuğu arkadaşlık ederler. Deve sözde gece çıkar ve çocuğu dolaştırır. Hayal dünyasında güzel şeyler yaşarlar. Ertesi gün tekrar gittiğinde bir bakar zengin çocuğu almış deveyi arabaya gidiyor. Çok üzülür ve hayalinde bir mitralyözle etrafını tarar. Ben bunu da gördüm küçük yaşta ve şiddetin ne anlama geldiği üzerine çok düşündüm. Mücadelede şiddetin ya da bir şey isterken şiddetin nasıl paradoks olduğunu hep gördüm. Bunları da aslında gene Behrengi’den öğrendim.

Okuduğunuz şeyleri olduğu gibi kabul etmeyince çok sevdiğiniz şeylerin bile size uyan ve uymayan yerlerini tartmanız ve kendinize göre değerlendirmeniz gerektiğini görüyorsunuz. O yüzden böyle fanatik de olmadım hiçbir zaman. Hep soru sordum. Behrengi de Nazım da soru sordurdu.

Küçük Kara Balık - Samed Behrengi - Can Çocuk Yayınları

Çocukluğunuzdan itibaren fazlasıyla dışarı bakan biri olarak geleceğe dair umutlu musunuz?

Umutlu değilim gerçekçiyim. Her şey değişir. Çünkü dünyada olumlu olumsuz her şey değişiyor. Olumlu olumsuzun karşılığı da değişiyor. E bu kadar değişkenlik içeren bir varoluş halinde tabii ki umutlu olursunuz.

Bir yandan da ne olduğu değil sizin ne yaptığınız önemli galiba. Hepimiz tıpkı bir olimpiyat ateşi gibi bir şey aktarıyoruz. Benim bu düşündüklerim, dertlerim, felsefem, korkularım hepsi daha önce yaşamış insanların da yaşadığı şeyler. Tıpkı gözünüzün, burnunuzun genetik olarak aslında bilmem kaç asır önce yaşamış birinin modelinin aynısı olması gibi. Bu çeşitlilik içinde bence zihnen de fikren de bir şey aktarıyoruz. Neyi aktardığımızla ilgilenmeliyiz. İyiyi mi kötüyü mü? Doğruyu mu yanlışı mı? Faydalıyı mı zararlıyı mı? Bunu önemsediğiniz zaman da taşıdığınız bilginin, çabanızın, hayatınız boyunca verdiğiniz önceliklerin ne olduğunu düşünüyorsunuz. Savaşı çıkaran da olabilirsiniz savaşta yaralanana yardım eden de. Siz hangisisiniz? Bunu düşünmeye başladığınız zaman diyorsunuz ki ne olduğu önemli değil benim ne yaptığım önemli. Umutlar buralardan belki birazcık olabilir.

Yazarlardan kitap tavsiyesi almayı çok seviyoruz. Okurlar için birkaç kitap tavsiyesi alabilir miyiz?

Ben biyografi çok severin. Genel olarak hayat hikayesi okumayı çok kıymetli bulurum. Emma Goldman'ın Hayatımı Yaşarken baş ucu kitaplarımdandır. "Dans etmediğim devrim benim devrimim değildir." diyen, şiddetsiz bir anarşizmi savunan ve tam Sovyetlerin kurulduğu dönemde hayata hem kadın açısından hem iktidar açısından eleştirel ve farklı bir yerden bakan bir kadın. Onun hayat hikayesini çok kıymetli bulurum.

Behrengi ile bütün arkadaşlarımın çocuklarını zehirlerim. En kıymetlimdir. Bir de "Türk edebiyatında kimin kızı olmak isterdin?" diye sorsalar Leyla Erbil derdim. Kolay sevilmez. Sevmeyen şaşırmasın. Zordur, belli bir zevke hitap eder. Okumak için "Ay çok güzel herkes okumalı." diyemem onu ama bir bakılması gerekir. Çünkü severseniz çok kıymetlidir ama sevilmezse de anlaşılır.

Mine Söğüt'ün Tavsiye Ettiği Yazarlar: Samed Behrengi, Leyla Erbil ve Emma Goldman

Yazar Mine Söğüt’ün 1 gününü merak ediyoruz. Rutinleriniz var mıdır? Neler yaparsınız?

Hiç belli değil. Otuz kırk iş birden yaparım. Sosyal bir insanım. Bol gezerim ve kalabalık yaşarım. Her koşulda çalışabiliyorum. Bir masam olması gerekmez ama kafam sabahın erken saatlerinde daha iyi çalışıyor. Genelde erken uyuyup sabahın beşinde altısında kalkıyorum. Çocukluğumdan beri bu böyle. Sabahı seviyorum. Zihnim açık ve temizken yazıyorum. Hatta bir iş yetiştirmem ya da sıkı çalışmam gerekiyorsa arada 15 dakika saat kurup uyurum. Böyle ufak şarjlarla sanki sabah uyanmış kafası yaratıp öyle devam ederim sıkıştığım zamanlar.

Büyük bir disiplinsizlik içinde şaşırtıcı bir disiplinim vardır. Hiçbir şeye gecikmem. Her şeyi zamanında veririm ama bunu nasıl yaptığım anlaşılmaz. Ev işinden kitap yazmaya ne yapsam dışarıdan baktığınızda "Yapamayacak, böyle olmaz bu iş." dersiniz. Sonra olur o bir şekilde. Öyle darma dağınık ama onun içinde de derli toplu garip bir hayatım var.

Konsantrasyonum çok düşüktür, hiçbir şeyi hatırlamam. Aldığım notları kaybederim. Sonra bulunca da ne güzel not almışım diye düşünürüm ama geçmiş o mesele. O yüzden öyle önceden düşünüp de sonra gidip yazamam. Her şeyi yapacağım zaman düşünürüm, o sırada kısa konsantre olup yapıp bitiririm. Bu nedenle de her şeyi hızlı yaparım.

Kitap yazdıktan sonra karakterlerini zihninde yaşatmaya devam eden yazarlardan değilsiniz o zaman.

Ben karakterlerimi unuturum. Mesela Beş Sevim Apartmanı ile ilgili bir söyleşiye gideceksem tekrar okumam gerekir. Çünkü hatırlamam.

Yazarken beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?

Gerçek bir sokak kızıyım. Gece gündüz dışarıyı çok severim. Çok gezerim. Dünyanın en çirkin şehrine de gitsem, en sevimsiz mahallesine de gitsem kaybolmacasına çok yürürüm, çok bakarım. İnsana, pencerelerden içeri bakarım. Bir konuşma duyarsam insanların peşine takılır dinlerim. Korkunç bir şey anlatıyorum ama çok severim. Etrafa mütecessiz bakarım, çok ilgilenirim. Yazdığım her şey sokak zaten.

Kitaplarınızda insanların günlük yaşamda karşılaşmaktan kaçındığı, karşılaştıklarında belki de vicdan azabı duymamak için kafalarını çevirdikleri kişilerin hikayelerini anlatıyorsunuz. Sosyal yaşamda bu insanlardan kaçınsak da hikayelerini merak ediyor, okumak istiyoruz. Sizce bizi bu hikayeleri okumaya çeken şey nedir? Sizin kaleminiz okurlarda neyi tetikliyor?

Bence benimle benzer kaygılar, duyarlılıklar taşıyan insanlar okuyorlar. Biliyorum ki bir sürü insan aslında edebi olarak sevse bile dili, anlattığım duyguyu çok karanlık ve yüzleşmesi zor bulduğu için bırakabiliyor. Gençlik ise birazcık farklı. O çok hoşuma gidiyor. Yeni nesil yaşadığımız ülkenin maalesef politik ve sosyal durumuyla çok fazla iç içe büyüdüğü için dışarıya bakışları önceki nesillerden biraz farklı olmaya başladı. Onların çok iyi okuduğunu ve anladığını görüyorum. Özellikle Gergedan çok zor bir kitaptır. Onun 16, 17, 18 yaşındaki okurlar tarafından çok doğru okunduğunu ve değerlendirildiğini görüyorum. Buna hem seviniyorum hem de bu kadar ağır bir yükle mücadele ettikleri için üzülüyorum. Maalesef bizim mahvettiğimiz hayatı ileride değiştireceklerse çabalamak zorundalar. O yüzden bu kurdukları bağ, anlama şekilleri, ilgilenme şekilleri beni çok etkiliyor.

Beş Sevim Apartmanı ve Deli Kadın Hikayeleri kitaplarınız da oldukça popüler

Evet, ikisi de popüler ama ikisinin popülerliği içindeki gerçek anlatılan meseleden değil. Birisi cin perilerle ilgili diye başka bir yerden okuru yakalayabiliyor. Deli Kadın Hikayeleri de kadınlıkla ilgili olduğu için daha geniş bir okur kitlesine hitap ediyor. Yoksa bu kasvet ve ağırlıkla çok da yüzleşmek istemiyor olabiliriz. Bir de belki hani ben okuru gerçek olduğu üzerine uyarsam da bir kısmı kurgu olduğu için kitapta katlanabiliyordur.

Mesela Şahbaz'ın Harikulade Yılı'nın sonunda 79 yılında yaşanmış siyasi ve siyasi olmayan bütün cinayetlerin almanağı vardır. 80 öncesi terörün en yüksek olduğu, sokakta çatışmaların ve ölümlerin çok ağır olduğu yılın dökümü kabus gibidir. Önünde o yılları anlatan bir hikaye vardır mesela o da ağırdır. O ağır hikayeyi okuduktan sonra almanağa bakınca gerçeğin daha ağır olduğunu görürsünüz. Yine de bugüne oradan bakmazsınız. Çünkü bugünün gerçeği de aslında kurgunun içindekinden çok daha ağır. Ona katlanıyoruz, yaşıyoruz birlikte. Ama belki kitap sayfalarında daha güvenli hissediyoruz kendimizi. Bir mesafe varmış gibi.

Günlük yaşamınızda kitaplarınızda anlattığınız hayatları yaşayan mesela dilencilik yapan birini gördüğünüzde o kişi ile konuşuyor musunuz?

Tabii tabii ben herkesle konuşurum. Geçenlerde başıma gelen ve arkadaşıma anlattığım bir olay var mesela. Evde karton kutular falan vardı geri dönüşüm bulamayınca çıkardım tam çöpe koyacağım genç bir sokak adamı gördüm. Bir elinde tuhaf bir valiz diğer elinde de bıçakla duruyor. Bir şey topluyor diye düşündüm. Bıçak da birini öldürmek için değildir diye düşünüyorum öncelikli olarak. Direkt "Bu kartonlar işine yarar mı? Şuraya bırakacağım ama alır mısın?" dedim. Hemen çocuk elinde bıçakla "Yok abla ben onu alamam ama ver çöpü ben atayım." falan dedi. Konuştuğunuz kişinin eğer nörolojik bir rahatsızlığı yoksa zaten diyaloğa çok açık oluyor. O yüzden herkesle çekinmeden ilişki kurarım.

Bir yere gitmekten korkmam, "Aman oraya girmeyin!" denilen yerlere özellikle giderim. Yurt dışındaysam önce çok tehlikeli gitmeyin denilen yerlere bakarım. İstanbul’da da öyle. Bütün kriminal, tehlikeli yerlere tehlikeli saatlerde korkmadan giderim.

Son olarak yazarlarla yaptığınız buluşmaları, Instagram'da paylaştığınız Yazar Masası fotoğraflarını çok beğendiğimi söylemek isterim. Bu buluşmalar nasıl başladı ve devamı gelecek mi?

Benim gençliğimde diyeyim bundan 20-30 yıl önce gittiğimiz kafeler, festivaller, üniversite şenlikleri, yayınevleri vardı. Yayınevlerine gider orada üç beş yazarla karşılaşırdık. Birbirimizi tanır ve daha insani ilişkiler kurardık. Fakat bu ilişikler bugün yok. Uzaklaştırıldık ve yalnızlaştırıldık. Şimdi bir etkinlik oluyor mesela biz ya orada tanışıyoruz ya da çok özlediğimiz ve sevdiğimiz kişiyle o kısa sürede ufacık bir şey yaşıyoruz. Bu benim çok ağırıma gidiyor. Yani Türkiye bu kadar zor bir süreçten geçerken, yazan çizen zaten toplam 200 kişi ya var ya yokken kendi inisiyatifimizle bir araya gelemediğimiz bir edebi dünyanın ayıp olduğunu düşünüyorum.

Bunu Marmara Adası'nda bir buluşmada Murat Uyurkulak ile konuştuk. Karar verdik ve dedik ki "Kimsenin birbirini sevmesi gerekmiyor ama birbirimizi tanımamız gerekiyor. Çünkü çok olağanüstü bir süreçten geçiyoruz ve biz yazıyoruz, düşünüyoruz, meselemiz, derdimiz var. Bu kadar uzak olmamalıyız. Madem birey olarak, mesleki olarak yalnızlaştırıldık, niye buna boyun eğelim? Bizden beklenmedik bir şey yapalım." Çünkü hiç olacak iş değil aslında. Bir sebep için değil sadece tanışmak için bir araya geliyoruz. Birisinin buluşmaların sekretaryasını yapması gerekiyordu onu da ben üstlendim. Bu kadar herkesin yalnızlaştırıldığı yerde biraz yapma denileni yapmak gerekiyor. Olmaz, yürümez denileni bir zorlamak gerekiyor diye düşünürüm hep.

Devam etsin diye gerekenleri yapacağız ama uzun soluklu olur mu veya bir şeye dönüşür mü diye de düşünmüyoruz. Kendi inisiyatifimizle sadece tanışmak için masalar kuralım dedik. Şimdilik oluyor bakalım.

Fotoğraflara mesela "Kütüphanem ayaklanmış" gibi çok tatlı şeyler yazıyorlar. O kadar güzel ki birçok kişi yazdı bu ifadeyi. Bilerek, bir şeyi hedefleyerek yapmadık ama bize de iyi geldi. Davet için liste de yapmamıştık. Çünkü unuttuklarımız muhakkak olur. İlk aklımıza gelen bir 50-60 kişiye söyledik sonra kendiliğinden bazı arkadaşlarımız ben de geleceğim diye aradı. Açık bir masa bu. Ne ideolojik olarak ne sınıfsal olarak ne kültürel olarak hiçbir tercih yok. Sadece edebiyatçı sınırlaması koyuyoruz. Çember gittikçe büyüyor. Bir gelen ikinci yemeğe de geldi. Bir diğerine de gelmek istiyorlar. Mesela genç yazarlar geldiler o müthişti. Hiç tanımadıkları büyük nesilden Oya Baydar vardı mesela. Bu çok önemli bir şey çünkü genç yazarlar Oya Baydar’ı nerede tanıyacak? Oya Baydar genç yazarlarla nerede tanışacak? Feride Çiçekoğlu da geldi. Yani nesiller arası bir tanışma da oluyor.

Mine Söğüt'ün Bulunduğu Başar Başarır'ın Çektiği Üç Farklı Fotoğraftan Oluşan Kolaj Mine Söğüt'ün Tüm Kitapları

Röportaj: Elif Yıldız

İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.