Menü
Hesabım
Şifremi Unuttum
Kayıt Ol
Sepetim
Mahir Ünsal Eriş Biyografi
16.11.2023

Mahir Ünsal Eriş Biyografi

Okumak, yazmayı öğretmekten çok yazmaya heves eden insana haddini öğretir. Bu çok önemli bir şeydir.

Mahir Ünsal Eriş, 1980'de Çanakkale'de doğmuştur. Bandırma'da büyümüştür. Arkeoloji ve tarih eğitimi almıştır. Çeşitli dillerden Türkçeye ve Türkçeden çeşitli dillere makaleler, öyküler, kitaplar çevirmiştir. Gerçek bir "dilsever" olarak çeviri uğraşını halen sürdürmektedir.

Mahir Ünsal Eriş’in ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde 2012 yılında yayımlanmıştır. 2013'te yayımlanan kitabı Olduğu Kadar Güzeldik ile 60. Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanmıştır. Ardından sırasıyla yayımlanan kitapları: Dünya Bu Kadar, Benim Adım Feridun, Öbürküler, Sarıyaz, Kara Yarısı, Diğerleri, Gaip, Acaip, Babil Kulesi Kitabı, 30 Şahane Kelime. Velut bir yazar olarak yeni kitaplar yazmaya devam etmektedir.

Mahir Ünsal Eriş, yazar Oylum Yılmaz ile evlidir. Bu evlilikten Ethem adını verdikleri bir oğulları dünyaya gelmiştir. Sıkı bir Gençlerbirliği taraftarıdır. Çizgi romanlara ve marangozluğa meraklıdır.

Mahir Ünsal Eriş ile çocukluk yılları, dil tutkusu, kitap okuma sevgisi, yazarlık serüveni ve gelecek planları hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Sizi sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.

Mahir Ünsal Eriş

Büyüdüğünüz evi, aileyi bize biraz anlatır mısınız?

Olabildiğince olağan, dümdüz, hiç girintisi çıkıntısı olmayan, hiç sürprizleri olmayan herhangi bir çekirdek ailede büyüdüm. İşçi bir babanın, ev emekçisi bir annenin, kendimden dört yaş küçük bir oğlan kardeşin olduğu dört kişilik çekirdek bir aile. Murat Uyurkulak'ın galiba Tol'unda vardı "Peynir kalıbı gibi bir aileydik." Biz de öyle peynir kalıbı gibi bir aileydik.

Nasıl bir çocuktunuz?

Meraklı bir çocuktum. Dünyayı hep çok merak ettim. Farklı insanları, farklı dilleri, farklı kültürleri, yolda karşılaştığım turistlerden tutun da tesadüf eseri şuradan buradan bulduğum haritalara, atlaslara kadar her şeyi çok merak ederdim. Halen beni hayata bağlayan en büyük motivasyon kaynaklarımdan biri meraktır. Ben bir şeyi öğrenmeyi, bilmekten daha çok severim. Bunun da temel dinamosu bence meraktır.

Çocukluk yıllarınızda çok kitap okur muydunuz? Yazar olma, kitap çıkarma hayalleri kurar mıydınız?

Yazar olma hayallerim çok eskiye dayanıyor ama çok kitaplı bir evde büyümedim açıkçası. Fakat şöyle bir şey oldu: İlkokulda öğretmenimiz hepimizden sınıfın kitaplığından bir kitap alıp onunla ilgili ödev yapmamızı istedi. Ben biraz ağır hareket ettiğim için kitaplıkta kalan son kitabı almak durumunda kaldım. O da Samipaşazade Sezai'nin Sergüzeşt'i idi. Bir çocuk için okuması çok zor bir kitap. Sadece dili açısından değil duygu dünyası açısından da çok zor bir kitaptı. Ama bu kitabın benim hayatımı değiştirdiğini düşünüyorum. Hayatta okuduğum ilk romandır. Benim kitabın ne kadar büyülü bir dünya olabileceğine dair fikrimi değiştiren, dönüştüren kitap olmuştur.

Çok meraklı bir çocuk olarak kitap okumaya da her zaman çok meraklı oldum. Çünkü kendi sosyal çevremin cevaplayamayacağı birçok şeyi kitaplar sayesinde cevaplandırabileceğimi öğrendiğimde kitabın hayattaki birçok şeyden daha büyülü bir şey olduğunu fark ettim. Bunun da farkına çok erken vardığım için hep kitabı aradım buldum. Komşuların kitaplıklarından, akşam ailecek oturmaya gittiğimiz ailelerin kitaplıklarından falan. Bir de kitabın hala korku nesnesi olduğu bir dönemde büyüdüm. İnsanların kitapları bahçeye gömdüğü dönemlerdi. Evlerde çok kitap olan bir dönem değildi. Fakat şansım şu ki çok ansiklopedi vardı. Çok ansiklopedi okuma şansım oldu. O da dünyamı çok değiştirdi.

Büyüdükçe artık ortaokulda, lisede kitaba erişmek daha kolay olduğunda çok okudum. Hala daha düzenli olarak okuyorum. Fakat eskisi kadar çılgın gibi okuyacak hayat ritmim yok. Çocuğum küçük. Babasına da çok düşkündür. O yüzden eskisi kadar tam mesai kitap okuyamıyorum ama gene de düzenli olarak kitap okumaya devam ediyorum.

Sizi etkileyen ilk kitap için Sergüzeşt mi demeliyiz?

Beni etkileyen ilk kitap için Turgenyev'in İlk Aşk romanını söyleyebilirim. Çok küçük bir çocukken okumuştum ama oradaki aşktan çok etkilenmiştim. Aşk hakkında henüz bir fikrim olmamasına rağmen kitapta anlatılan duygu yoğunluğu ve Turgenyev'in muazzam dili, muazzam hikaye anlatıcılığı beni çok etkilemişti. Şansıma çok güzel çevrilmiş de bir kitaptı. Okuduktan sonra ben de böyle şeyler yazmalıyım diye düşünmeye başlamıştım.

Yazarı Etkileyen Kitaplar: Sergüzeşt - Samapaşazade Sezai ve İlk Aşk - Ivan Sergeyevic

Genç yaşlarınızdan beri çevirmenlik yapıyorsunuz. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, İbranice ve Boşnakçadan çeviriler yaptınız. Osmanlı Türkçesine ve Karamanlı Türkçesine hâkimsiniz. Portekizce biliyorsunuz. Ladino okuyup yazabiliyorsunuz. İki yıl Farsça bir yıla yakın da Arapça eğitimi almışsınız. Daha sayamadığım birçok dile daha aşinasınız. Öğrendiğiniz tüm bu diller size ve kaleminize neler kattı?

Bana çok şey kattı. Kalemime neler kattığını tayin edebilecek durumda değilim. Çünkü kendi yazdığım şeylere dışarıdan bakma lüksüne sahip değilim. Ama dilin benim dünyayı algılama ve onu ifade etme biçimime çok olumlu katkıları olduğunu düşünüyorum her zaman. Bunu inkâr edemem. Çünkü insan her öğrendiği dille başka bir düşünme biçimine sahip olur. Başka bir düşünme biçimini de öğrenir. Bu benim için ufku iki katına, üç katına belki on katına çıkaran bir şey oldu. İnsan dünyaya iki gözle geliyor. Bir dil öğrenince bir gözlük sahibi oluyorsunuz, bir dil daha öğreniyorsunuz küçük bir dürbününüz oluyor, bir dil daha öğreniyorsunuz daha büyük bir dürbün, bir dil daha öğreniyorsunuz bir teleskopunuz oluyor gibi. Dünyaya bakışımı, dünyayı görüşümü, dünya ile olan ilişki biçimimi değiştiren çok esaslı değişikliklere sebep oldu benim için dil öğrenmek. Hâlâ da dile çok hevesliyim. Eskisi kadar dil öğrenecek ortam bulamıyorum ama öğrendiğim dilleri hep canlı tutmaya çalışıyorum. Okuyorum, yazıyorum, öğreniyorum, merak ediyorum.

Bildiğiniz diller arasında en sevdiğiniz, sizi en çok etkileyen dil hangisi?

Beni en çok etkileyen dil Arapça. En çok Arapçayı seviyorum. Bir dil kimyası bakımından grameri, kelimesi, kelimelerin türetilişi, kullanılışı, çok sürprizlerle dolu, oyunlarla dolu, çok hilebaz, çok cilveli, çok zekice kurulmuş bir dil olması bakımından Arapçayı herhalde en üste koyuyorum.

Konuşmayı en çok sevdiğim dil ise Fransızca. Çünkü en çok o kolayıma geliyor. Onu çok erken yaşlarda öğrenmişim herhalde ki çok yerleşmiş bende. Çok rahat, sorunsuz konuşuyorum. O yüzden kolaylığı bakımından da Fransızcayı en üste koyarım.

İlk kitabınız 2012 yılında yayımlanmış. Ondan öncesinde herhangi bir dergiye ya da edebiyat ortamına öykü yazmamışsınız. Öykü yazmaya ilk nasıl ve ne zaman başladınız? Yazdıklarınızı paylaşma isteği sizde nasıl ortaya çıktı?

Biraz sıkıntıdan doğdu denebilir. İnsanın içindeki sıkıntının dünyayı değiştirecek gücü vardır. O çok büyülü bir oyuncaktır. Oturduğu ovada, yaylada karşıdaki dağa bakıp sıkıntıdan "Ya bu dağın arkasında ne var?" diyen ilk atalarımız olmasaydı belki de bütün kıtalarda yaşayan bir tür olmayacaktık. Afrika'da herhangi bir doğal felaketin sonucunda neslimiz tükenecekti ve böylece kaybolan türlerden biri olarak hiç bu günleri göremeyecektik. Sıkıntı ve merak insanın hayatını çok belirleyen, çok mucizevi şeyler.

Benim uzun süre akademik emellerim vardı. Sonra akademide bir şey olamayacağımı bir noktada kabul etmem gerekti. O zamana kadar hep bilimsel önermeler içeren makaleler yazıp onları sempozyumlara sunan bir ruh hali içerisindeydim. Edebiyatı biraz küçümsüyordum. 30 yaşına kadar hiç hikâye yazayım da dergiye göndereyim falan aklımın ucundan bile geçmemişti. Edebiyat aylakların, emekli öğretmenlerin, heveskâr kızların uğraştığı bir şey olsa gerektir diye düşünüyordum. Sonradan bir gün kendimi bir hikâye yazmış buldum. Daha doğrusu kendi kendime dertleşmek için bir şey yazmaya kalkışmıştım. "Babamın Okumayacağı Şeyler" diye bir hikâye yazmıştım. Bir şekilde bunu paylaşma isteği duydum. Bir blog açarak hikâyeyi o bloga koydum. Okusunlar diye eşe dosta gönderdim. Kimse okumadı tabii. Sonra yazmak hoşuma gitti, tatlı geldi. Çünkü aslında o olmaya çalıştığım insan tipinden nefret ediyormuşum. O akademisyen dilinden, tavrından zaten hoşlanmıyormuşum. Ben edebiyata heyecanlanan heveskâr kıza daha yakınmışım, ben o heveskâr kızmışım aslında.

Bir arkadaşım yazdığım öyküleri bir yayıncıya göstermemi söyledi. Onun söylemekteki kastı bunu bu işlerden anlayan birilerine göstermemdi. Ben de bu öneriyi makul buldum. Çünkü eğer gerçekten yazmaya kabiliyetim, yatkınlığım yoksa en azından aklı başında, bu işten anlayan biri karşıma çıkıp der ki "Kardeşim sen ahşap boyama kursuna falan git. Bu işler sana göre değil." Ben de kendimi daha fazla bu hevese kaptırmadan ders alırım.

Yazdıklarımın nasıl olduğunu sormak için İletişim Yayınevi 'nin o zamanki editörlerinden Levent Cantek'e götürdüm. Bir kitap dosyası olarak hiç düşünmediğim için dosyanın adı "Öyküler" şeklindeydi. Sağ olsunlar onlar da taltif ettiler bu dosyayı. Bir okuma, değerlendirme, yeniden biçimlendirme süreci yaşandık. Kitap çıkacağı zaman ne isim koyacağız diye uzun süre düşündük. Böyle on, on bir tane öneri arasından seçip "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"ye karar verdik. Böylece macera başladı.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... - Mahir Ünsal Eriş - Can Yayınları

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde kitabınızın ardından birçok kitap yazdınız. Velut bir yazarsınız. Yazma sürecinizi merak ediyoruz. Yazmaya nasıl hazırlanırsınız?

Ben tembellerin en çalışkanıyım. İnanılmaz tembel bir insanımdır. Ama yazıyla artık kopmaz bir ilişki tesis etmeyi başardım. Her akşam muhakkak bilgisayarın başına geçerim. Her akşam bir şey yazarım. Ama dergi yazısını yazarım, ama bir sayfa çeviri yaparım, ama aklımda bir çocuk kitabı vardır onun için bir şeyler karalarım, okuduğum bir kitaptan altını çizdiğim yerleri bilgisayara aktarırım. Muhakkak o bilgisayarın başına geçerim. Tüm bayramlar, tatiller dâhil olmak üzere 365 gün içinde bilgisayar başına geçip çalışmadığım gün, hasta olduğum günleri saymazsak üç ya da beşi geçmez. Bir akşam da oturayım dizi seyredeyim dediğim akşamda bile ilk bölümün daha yarısına gelmeden vicdan azabı çekerim. Bilgisayarın başına döner çalışırım.

İlham konusunda size destek olan bir şeyler var mı?

Hayatımın hiçbir döneminde çok sosyal, insanların içinde, kalabalığın arasında, geniş arkadaş gruplarının merkezinde olmadım. Sınıf arkadaşlarımın "Kumral bir çocuk vardı. Neydi onun adı?" diyecekleri bir tip olarak geçirdim hayatımı. Dolayısıyla da yazdığım her şeyde büyüyen dünya aslında benim içimde büyüyen bir dünya. O yüzden gerçeklikle örtüşüp örtüşmediğini bile teyit etmeye ihtiyaç duymadığım bir dünya. Bu nedenle ilham aramam. İnsanların arasına karışayım, biraz onları izleyeyim, gözlem yapayım, birileri bana bir şeyler anlatsın oradan ilhamla başka bir hikâye kurgulayayım falan dediğim çok nadirdir. Genellikle hikâyelerim kafamın içinde başlayıp kafamın içinde biter. Hikâyelerimdeki insanların hepsi kafamın içinde insanlardır. Hikâyeyi bitirdiğim zaman onları emekliye ayırmam. Onların varlıklarını hep hatırlarım. Yüzleriyle, sesleriyle, giyim kuşamlarıyla hep gözümde canlıdırlar. Bu anlattıklarım sağlıklı bir ruh hali değil ama bir yazı ve hikâye evrenim var. Genellikle hikâyeler hep orada cereyan ediyor. Dünyada gerçeklik içerisinde cereyan eden olaylarla benzerlikleri tamamen tesadüfi. Özellikle öyle kurgulamıyorum. Bu hikâyem de Bandırma'da geçsin falan diye oturup yazmıyorum.

Sizinle yaşayan karakterlerinizin içinden en unutamadığınızı seçebilir misiniz?

Tek birini söyleyemem ama Dünya Bu Kadar romanındaki karakterlerin çok büyük bir çoğunluğu hâlâ gündelik hayatta başıma gelen bir sürü olayda aklıma gelirler. Böyle "Remzi’nin de başına gelmişti" gibi hatırlarım onları.

Yazmanın %70’i okumaktır diyen bir yazarsınız. Çok iyi de bir okur olduğunuzu biliyoruz. Sizi seven okurlarınıza tavsiye etmek istediğiniz kitapları bizimle paylaşır mısınız?

Yazmanın %70'inin okumak olduğuna çok inanıyorum. Bir kere okumak yazmayı öğretmekten çok yazmaya heves eden insana haddini öğretir. Bu çok önemli bir şeydir. Herkes bir şeyler yazmaya heves eder. Herkes heykel yapmaya kalkmaz çünkü denge var, gölge var, malzeme bilgisi var, perspektif var. Orada buna niyet eden kişinin sanatçı olduğunu göstermek için belli bir sanat eğitimine haiz olması gerekir. Ama yazı herkesin ulaşabileceği bir teknik. Benim annem de mesaj yazıyor, halam da alışveriş listesi tutuyor. Dolayısıyla da yazıya cüret etmek diğer sanat dallarına cüret etmekten daha kolay geliyor insana. Böyle olunca da çok okumak insana yazma konusundaki haddini bildiriyor. Ferhan Şensoy'un bir sözü vardır "Yazmayı öğrendikçe güçleşiyor yazmak." diye. Aynı fikirdeyim bu düşünceyle.

Milletçe Türkçeyle çok zoraki bir ilişkimiz var. Türkçeyi gayriihtiyari konuştuğumuz için ona özen gösterme ihtiyacının farkına varamıyoruz. Dolayısıyla da dile göstermediğimiz özen bizim kendimizi ifade etme çabamız noktasında birtakım arazlara yol açıyor. Biz imlayla bile barışamayan bir milletiz. İnternette bunun üzerine yapılmadık şaka kalmadı ama hâlâ ayrılması gereken de / da bitişik yazılıyor. Soru ekleri bitişik yazılıyor. Bunun sebebi bizim kafasız insanlar olmamamız değiliz. Tam tersine Ortadoğu'nun en zeki insanları sayılabiliriz ama bizim dile özenimiz yok. O yüzden her düzeyde okur dille ilgili okumaya hassasiyet göstermeli.

Refik Halid Karay'ın hikâyelerini herkese kaygısızca önerebilirim. Memleket Hikayeleri eşsiz bir kitaptır. Hem hikâyeciliği öğretir hem memleketi öğretir hem de Türkçeyi öğretir. Reşat Nuri'nin bütün romanlarını öneririm. Reşat Nuri Güntekin bence çok iyi bir dil ustası olmasının yanı sıra Türkçenin duygusal dünyasına çok büyük katkıları olmuş bir yazardır. Kendi çağımda hâlihazırda yazarlık yapanlardan Cemil Kavukçu'yu öneririm. Bence çok iyi bir öykücüdür. Ayfer Tunç'un roman ve öykülerini öneririm. Hatta öykülerini biraz daha fazla öneririm. Romanlarını çok seviyorum, bence çok büyük bir romancı. Ama büyük romancılığının gölgesinde kalan öyküleri hiç ihmal etmeye gelmez şeyler. Aziz Bey Hadisesi, Evvelotel - Saklı'daki öyküler falan muhteşem. Ahmet Büke'nin öykülerini çok severim. Kemal Varol'un romanlarını severim. Bunlar dört başı mamur yazarlardır. Dili, hikayesi, atmosferi, dünya bilgisi, dünyaya bakışı açısından herkese her koşulda kefil olabileceğim yazarlardır.

Söyleşilerinizde “Bir kitabın ancak ve ancak dünyaya yeni bir şey söylemek için yazılması gerektiğine inandığınızı” belirtiyorsunuz. Bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayan son romanlarınız Gaip ve Acaip'i dünyaya ne söylemek için yazdınız?

Dünyaya insanın aile ile meselesinin ancak ölüm ile kapanabileceğini, ailenin hayat boyu sırtımızda taşımak zorunda olduğumuz bir ağırlık olduğu gerçeğini söylemek için yazdım. Ama bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Bacakları olmayan birini sürekli taşımak gibi, ona borçluyuz gibi bir şeyden bahsediyorum. Bu meselenin genellikle görmezden gelinen ve hayata yayılan bir görmezden geliş şeklinde yaşanan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu iki roman ve gelmesini umduğum üçüncüsünde de bu meseleyi kendime sorun edindim.

3. romanınız galiba Tekzip ismini taşıyacak

Evet, Tekzip olacak. Çünkü her iki romanda da bulunan Zeki karakterinin gözünden anlatacağım bu hikâyeyi. Bir de onun gözünden dinleyelim bakalım gerçekte böyle mi olmuş bu hikâye? Bir de o tekzip etsin bakalım bütün bu olanları.

Birkaç yıldır Londra’da yaşıyorsunuz. İnsan bir şeye uzaktan baktığında daha çok ayrıntı görür. Türkiye’ye uzaktan baktığınızda daha önce fark edemediğiniz yeni detaylar gördünüz mü?

Çok kavgacı olduğumuzu fark ettim. Ben de Türkiye'deyken öyleymişim, çok sinirliymişim. Acaba yaşlandığım için mi biraz daha duruldum, tahammülüm arttı yoksa oraya gittiğim için mi sakinleştim bilmiyorum. Ama dışarıdayken buraya baktığımda gördüğüm şey çok öfkeli insanlar olduğumuz.

Birbirimize hiç tahammülümüz yok. Birbirimizi asla idare etmiyoruz. Herkes önce kendisini sonra kendi yakınlarını ve bir sonraki halkada kendi çevresini öne koyup bunun dışında kalan bütün dünyayı yok sayarak yaşamayı benimsemiş. Bunun elbette buradayken de farkındaydım ama dışarıdan buraya baktığımda birebir örnekler üzerinden bunu daha çıplak haliyle görüyorum.

Bu konu hakkında verdiğim örnek şu: Havaalanında indim, bagaj bandına yürüdüm, bagaj bandında kavga var. Daha yeni indik kavga edecek konuyu nereden bulduk? Senin bagajın daha önde geliyor diye mi kavga ediyoruz? Daha içeri girer girmez havadaki tansiyon insanların iliklerine işliyor.

Son olarak şunu sorayım: Mahir Ünsal Eriş okurları için ufukta neler var?

Bir süre pek öykü, roman yazma niyetim yok. Biraz dil kitabı, çocuk kitabı yazacağım. Babil Kulesi Kitabı "Kelime ve Kavramların Dilden Dile Yolculukları" alt başlığı ile çıktı. Şimdi, "Kelime ve Kavramların Dilden Dile Yolculukları 2" başlığıyla başka bir kitap yazıyorum. Kitabın adı da "Tabletten Tablete" olacak.

Çocuklar için bir iller ansiklopedisi yazmak istiyorum. Çünkü çocukluk hayalim o benim. 01 Adana'dan başlayıp illerin haritasının, tarihi eserlerinin resimlerinin, bölgenin meşhur bir yemeğinin, meşhurunun olduğu bir iller ansiklopedisi yapmak istiyorum.

Çocukların artık bilgiye erişimi çok kolay. Tabletleri var, telefonları var. Ben çocuklara internetten hazır bulamayacakları bilgilerin olduğu şeyler yazmak istiyorum. 30 Şahane Kelime kitabında niyetim oydu. Tek tek internetten bulabilirler ama ben hepsini toplayıp önlerine koydum. Onun da devamı gelecek. 30 Şahane Kelime Daha, 30 Komik Kelime, 30 Acayip Kelime diye kitaplar yazarak seriye dönüştürme niyetim var. Tabii biraz gördüğü ilgiye de bağlı.

Beraber podcast yaptığım arkadaşım Töre Sivrioğlu ile "Kim Bunlar" diye 5 kitaplık bir çocuk kitabı serisine başladık. Ben yazıyorum, Töre çiziyor. Töre'nin çizdiklerini ben renklendiriyorum.

Bilgi Yayınevi’nde çalışan bir editör arkadaşla tanıştım. Halikarnas Balıkçısı hakkında yazmayı planladığım kitaptan bahsettim. O da "Biz yayınevi olarak bu fikri canı gönülden destekliyoruz." dedi. Beraber yapalım diye konuştuk. Henüz nasıl bir yol izleyeceğimize dair bir plan yapmadık ama benim aklımda bir Halikarnas Balıkçısı Sözlüğü yazmak var. Çünkü onun kuşağında okurken belki daha kolaydı Halikarnas Balıkçısı okumak. Ama şimdi daha zor. Metinlerinde yerel ifadeler var, denizcilik terimleri var, eski Türkçeden gelen ifadeler var, bir sürü dil biliyor onlar var. Şimdi palamar gibi onun zamanındaki gündelik kelimeler bile marjinalleşti.

Bir fikrim daha var ama o daha çok bebek, tek bir nokta bile koymadım. İlk okuduğum yazar olduğu için bir vefa borcu olarak, Samipaşazade'nin tamamlayamadığı romanı “Konak”ı dili ve hikayeyi koruyarak, tamamen kendi kuracağım bir hikaye ile tamamlamak istiyorum. Can Yayınları'nda benim de editörüm olan Mustafa Cevikdogan vardır. Hayalimi onunla paylaştım. O da çok heyecanlandı.

Sürekli yeni şeyler deneyen, işini keyifle yaptığı çok belli bir yazarsınız

Çünkü hayatta en çok sevdiğim şey yazmak. Neden bunu kendim için bir oyuna çevirmeyeyim ki?

Röportaj: Elif Yıldız

İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.