Kitap sevgisi, ailemden bana elden ele bir kültürel miras gibi geldi.
İrem Uzunhasanoğlu ile bir akşamüstü Özlüce şubemizde buluştuk. Yazarımız okurları için hem kitap imzaladı hem de onların kitap kulübü toplantılarına misafir olarak çok keyifli bir akşam geçirmemize vesile oldu. Bu yoğun programda İrem Uzunhasanoğlu ile röportaj yapma fırsatı da bulduk. Röportaja geçmeden önce “İrem Uzunhasanoğlu kimdir?” sorusuna kısa bir cevap vermek istiyoruz.
İrem Uzunhasanoğlu, 1983 yılında İstanbul'da doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Amerikan Filolojisi okumuştur. Cambridge Üniversitesi'nde Uluslararası Öğretmenlik eğitimi almıştır. Eğitim Yüksek Lisans’ını New York Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Işık Lisesi ve Robert Kolej’de İngiliz Edebiyatı dersleri vermiştir. İlk romanı "Gitme, Gül Yanakların Solar" 2015 yılında yayımlanmıştır. Dergilerde yayımlanmış hikâyeleri vardır. Yazarlığın yanı sıra çevirmenlik yapmakta ve çeşitli edebiyat dergilerinde, gazetelerde yazılar yazmaktadır.
İrem Hanım ile çocukluk yılları, etkilendiği yazarlar ve kitaplar, çevirmenliğe başlama hikâyesi ve çevirmenliği, seyahat tutkusu ve romanlarında mekân kullanımına verdiği önem ile Uzak Bir Masal kitabı hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetimizde kendisinden güzel kitap tavsiyeleri almayı da ihmal etmedik. Şimdi sizi sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.
Kitap okumayı çok seven bir anne ile kocaman kütüphanesi olan bir evde büyüdüm. Kütüphanemizde Duygu Asena’dan tut Zülfü Livaneli’ye, ondan Osmanlı’yı, harem hayatını anlatan kitaplara kadar çok geniş yelpazede kitap çeşitliliği vardı. Annem özellikle Osmanlı Dönemi’ne dair hikâyeler, romanlar okurdu ve küçük yaşımda bana da onları okuturdu. Ben de merak salmıştım. Kitap okumayı seven bir anne ile büyüdüğüm için çok şanslıyım.
Yazları anneanneme giderdim. Anneannem de kitap okumayı çok severdi. Bazen böyle yazın rehavet çöktüğü saatlerde uzanırdık. Anneannem bana sesli kitap okurdu ben dinlerdim. Anneannem de Osmanlı’yı anlatan kitapları çok severdi. Yani hikâyeler, romanlar içinde büyüdüm. Kitaplar hep hayatımda oldu. Bunun etkisini çok gördüm. Benim anneannem de edebiyatçıdır bu arada. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okumuş. Reşat Nuri Güntekin’i, Yahya Kemal’i tanıyor. Yahya Kemal anneanneme şiirini okutuyor "Benden iyi okudun." diyor mesela. Böyle bir anısı var.
Kitap sevgisi, ailemden bana elden ele bir kültürel miras gibi geldi. Ve iyi ki de gelmiş diye düşünüyorum.
Hayır, çünkü edebiyat yapmamış. Pat diye evlenmiş. Evlenince de kopmuş. Hayatına ev kadını olarak devam etmiş. Ama edebiyat okumuş bir kadın. Lisede de Çamlıca Kız Lisesi’ne gitmiş. Orada da kendisi gibi çok okuyan arkadaşları varmış.
Anneannem hayatta hâlâ. 91 yaşını yakın zaman önce kutladık.
Bu soru bana çok soruluyor. Fakat benim böyle bir ilk kitabım var mı bilmiyorum. Çünkü kendimi hatırlamadığım dönemlerden beri okuyorum. Hangi kitabı söylesem bir diğerine haksızlık olacağını düşünüyorum. Fakat şunları söyleyebilirim: Geçtiğimiz günlerde kütüphanemi karıştırıyordum eski Virginia Woolf kopyalarımı buldum. Dalgalar kitabını ilk defa lise birde okumuşum. Hatta kendi kendime "Acaba ne anlamışım ben bundan?" dedim. Belki de hiçbir şey anlamamışım. Arkasından gidip Mrs. Dalloway’i okumuşum. Demek ki sevmişim ve devam etmişim okumaya. Yani Virginia Woolf diyebilirim.
Okulda İngiliz edebiyatı derslerim oluyordu. Yine lise bir ya da lise ikideyiz. Romeo ve Juliet’i okutmuşlardı bize. Romeo ve Juliet’in balkon sahnesini ezberlemiştim. Bunlar demek ki hep benim edebiyat yatkınlığım.
Bir de şunu söylemek isterim. Bize Madam Bovary'yi ortaokulda okuttular. Ve ben o kitabı bir orta son öğrencisi olarak hiç sevmediğimi hatırlıyorum. O dönem okuduğumda bilincimde bir şeye karşılık gelmemiş. Fakat şuan en sevdiğim romanlardan biri. O yüzden bu soru pek hakkaniyetli gelmiyor bana. Edebiyatla harmanlanmış bir hayatın içinden gelsem de tek bir kitap ismi vermek istemiyorum.
Sadece çalışarak geçiyor diyebilirim. Sabahları çok erken uyanırım. Senelerdir 06.30’da kalkıyorum. Hatta çok sıkı çalışmam, romanı tamamlamam gereken dönemlerde alarmı 05.00’e kurup kalktığım dönemleri hatırlıyorum. 05.00’te zihnim çok açık ve çok verimli oluyor. Oturup Instagram’ın, Whatsapp’ın sizi rahatsız etmediği, sosyal medya tarafından tacize uğramadığınız ve güneşin doğmadığı ya da tam doğmaya başladığı yenilik, günün verdiği o umut duygusuyla yazdığım bir dönem olmuştur. 07.00’ye, 08.00’e kadar öyle güzel çalışıyordum ki bir bakıyordum bütün günün çalışması bitmiş ve saat daha 08.00.
Şimdi biraz daha geç kalkıyorum. 06.30’da uyanıyorum. Okunacak kitaplarım oluyor. Günü bölüyorum. Mesela benim elimde şuan hem çeviri var –Macbeth çeviriyorum- hem 5. romanımı yazıyorum hem de Oksijen’e yazılar yazıyorum. Bütün yaz senaryo çalıştım. Bütün bunları bir jonglör gibi ayarlamak durumundayım. Senaryomu çalışırken romanı bıraktım. Tamamen senaryonun hikâyesini toparladım.
Roman ve çeviriyi bir arada götürebiliyorum. Günü ikiye bölüyorum. Eğer gündüz vakti çeviri yaptıysam akşam romana oturuyorum. Bazen gündüzleri roman çalışıp akşam vakti çeviriye oturuyorum. Oksijen’in yazısını teslim etmeme iki gün kala romanı okumaya başlıyorum. Genelde bir gün veriyorum o romana. Bir günde 200-300 sayfa okuyabiliyorum.
Sosyalleşiyor muyum? Evet. Tabii ki arkadaşlarımla görüşüyorum, dışarıya çıkıyorum, ailemle, çocuğumla alakalı ilgilenmem gereken şeyler oluyor. Bunları dengeye oturtuyorum.
Bir ara kendime ait bir yazı ofisim vardı. Onu kapattım. Şuan ev, kafe canım nerede isterse orada yazıyorum. Bütün kafeleri kendime ofise çevirebiliyorum. Güzel müziklerle çalışıyorum.
Hiç boş kaldığımı bilmiyorum. İki saat boş oturduğumda bir dakika eksik bir şey var şuan hissi var bende. Belki de o yüzden bu kadar üretken olabiliyorum. Şuan kocaman bir Shakespeare külliyatı hazırlarken bir yandan romanımı bitirmeye çalışıyorum. 2024’te birkaç çevirim birden çıkacak. Belki yeni roman çıkacak. Hiç çalışmayı bırakmıyorum, hiç masadan kalkmıyorum. Hayata böyle tutunuyorum.
Mesela ben Margaret Atwood'un, Jeanette Winterson'ın iyi bir hayranıyım. Murakami'nin, Ishiguro'nun, Kenzaburo Oe'nin hayranıyım. Japon edebiyatını çok seviyorum, ne çevrilse okuyorum. Isabel Allende çok sevdiğim, hayran olduğum Latin Amerikalı bir kadın. Bütün kitaplarını önerebilirim. Sevdiğim çok fazla yazar var, hangisini sayayım? Şuan mesela Shakespeare'leri çeviriyorum. Bence Shakespeare yeteri kadar okunmadı, algılanmadı.
Hasan Ali Yücel çevirileri Özdemir Nutku’nun çevirisi. Çok yerelleştirerek çevirmiş. Zaten derler ki çevirinin sadığı güzel, güzeli sadık olmaz. Motamot çevrildiğinde zaten olmuyor. Özdemir Nutku gerçekten çok yerelleştirerek, baya böyle Türkçe gündelik dil gibi, Can Yücel’in şiir çevirileri gibi çevirmiş. Çok güzel bir his veriyor fakat ne kadar sadık ne kadar değil konusu tartışılır.
Ben doğru, uyaklı bir şekilde çevirmeyi çok önemsiyorum. Bizden bir kuşak önceki çevirmenlerin yani Behçet Necatigil’lerin, Tomris Uyar’ların döneminde Google yok. Biz şuan bir kelimeyi, bir kalıbı, bir cümleyi Google’dan kolayca bulabiliyoruz. O dönemde AnaBritannica gibi sözlükler kullanıyorlar. O yüzden de evet güzel çeviriler ama çoğu ben buradan ne anladıysam bunu kendi üslubumla aktarayım şeklinde.
Girmiyorum ama benim üslubumu bilen biliyor. Romanlarımı bilenler çevirilerime de "Bu İrem’in üslubu." diyorlar.
Çevirmenlik benim mesleğim değildi. Bir gün bir yayınevi sahibi arkadaşımla oturuyoruz dedi ki "Senin çeviri yapmaman çok saçma. Edebiyatı bu kadar iyi bilen birisin, İngilizce anadil gibi ve yazarsın. Neden çeviri yapmıyorsun?" Çat diye önüme bir kitap koydu. Spencer Holst, Büyücünün Kızı. İlk çevirimdir. "Aa nasıl yani?" demiştim. Çünkü sanki sadece çevirmenlik fakültesinde okuyanlar yapabilirmiş gibi geliyordu. Hâlbuki önemli olan hedef dili iyi bilmek. Çünkü yazarın cümlesini bir şekilde anlıyorsun zaten.
Çeviriyi artık robotlar da yapıyor. Geçen gün yine yayın camiasından çok önemli bir abimiz sohbette bana dedi ki "Sen robot kullanmıyor musun? Saçmalama. 7-8 senedir insanlar robotla çeviriyor. Üstüne düzenlemeler yapıyor." Şimdi ben robot kullanmıyorum. Çünkü bunu zevk için yapıyorum. Zevk için yaptığımdan aslında bu zihin egzersizim. Beni metinlerarası destekleyen, roman tekniğine ve üsluba dair bir sürü şey öğreten bir şey. Yani romanıma katkıda bulunan bir şey.
Virginia Woolf çevirdiğim dönemde Woolf’un tekniğinden çok faydalanmıştım mesela. Bilinç akışını bir okuyarak öğrenmek var bir de çevirerek. Kadının ısrarla bir kelimeyi yirmi sayfada bir kullandığını görünce anlıyorsun bazı şeyleri. Neden hayat değil yaşam kelimesini kullanayım? Sorusunu sormaya başlıyorsun. Haliyle ChatGPT ve türevlerini kullanmak bana çok acelem var, maddi olarak bununla geçiniyorum, yapmak için yapayım demek gibi geliyor. Bense gerçekten keyif için yapıyorum.
En son bir çağdaş İrlanda romanı çevirmiştim. Panenka. Çok keyif almıştım, güzeldi. Şimdi Shakespeare’ler benim bir buçuk senemi kapatacak. İlk on Shakespeare için anlaştık. Sadece ona odaklanacağım. Başka metin çalışmayacağım şimdilik.
Ben mekânın büyüsüne inanan bir yazarım. Bütün kitaplarımda mekân kullandım. İlk kitabım mübadele ile ilgiliydi. Midilli, Selanik ve yine bir doğu vardı. İkinci kitabımda Kıbrıs, manastırlar, Edirne, şifahaneler. Üçüncü kitabımda yavaş yavaş şehre girmeye başladım. Doksanların İstanbul’u, şehir, semt, Taksim Meydanı. Uzak Bir Masal’da da Siirt, Mardin, Dicle Botan Vadisi ve İstanbul.
Ben her mekânın bir şeyini kapabiliyorum. Hindistan gezimden çok etkilenmiştim mesela. Üzerinden çok zaman geçti ama ancak şimdi onun kurguya yedirilecek bir yerini bulum. Gezdiğim yerlerin üzerine hemen bir roman inşa edemiyorum. 2019'da gittiğim bir seyahat ancak şuanda, beşinci romanımda yer alıyor. Oradaki mesela gün doğumundan çok etkilenmiştim. O gün doğumunu yazıyorum. Kısacası mekânı, ruhu neyi dayatıyorsa ona uygun şekilde kurmacaya dâhil ediyorum.
Tabii tabii öyle gezerim ben zaten. Burada kim yaşamış? Kimler bu şehir üzerine etki bırakmış? Şehir kimler üzerine etki bırakmış? Çünkü yazarlar, kültür insanları, sanatçılar şehirden beslenir. Orhan Pamuk İstanbul sayesinde Nobel’e yürüdü. Çünkü şehirle kurduğu ilişki kurmacanın çok ötesinde bir şeydi. Şehri nüfuz etmek, nefes almak, ciğerlerine çekmek.
Ben İstanbul’u da mesela öyle geziyorum. Sokak sokak. Her sokakta bir duvar yazısı, bir lamba görüyorum ve hepsinden bir şey alabiliyorum. Onları sonra damıtıyorum. Bir havuzda toparlıyorum. Gereken bir yerde çıkıveriyor. Mesela seneler evvel yazı evi tuttuğum dönemde evim Kurtuluş’taydı. Şuan mesela Kurtuluş’u yazıyorum bu romanımda. Çünkü semt çalışmayı çok seviyorum. O semtin terzisini yazdım mesela. Pastanesini, çatıya konan martısına kadar ne varsa semti de yazmayı çok seviyorum. Yani mekân çalışmayı çok seven bir yazarım.
Ben romanlarımda hep mekân çalıştım. Tarihi olaylar çalıştım. Mübadele, Kıbrıs Olayları, 6-7 Eylül olayları çalıştım. Evvel Bahar’da doksanları çalıştım. Fakat gel gelelim etrafımda kahve içmeye çıktığım kız arkadaşlarım, erkek arkadaşlarım, iş arkadaşlarım ya da görüştüğüm aile dostlarımın hayatında ilişkilerle ilgili bir yozlaşmışlık ve şikâyet olduğunu gördüm. Herkes bir şeye veryansın ediyor. Niye bu insanlar mutsuz diye önüme koydum kalemi kâğıdı ve dedim ki "Bu insanlar ilişkilerde sıkıntı yaşamaya başladı. Peki, neden?". Bağlanma sıkıntıları ya da fazla bağlılık. Neden? Travmalar. Ben zaten önceki romanlarımda psikoloji çok sevdiğim için hep Freud, Jung çok fazla okudum, çalıştım. Etrafımda bana hikâyelerini armağan eden, emanet eden insanlara karşı bir borçluluk hissedince de güncel bir hikâye armağan etmek istedim.
Mekân evet yine vardı ama tarihi bir kurguya girmeden, sadece iki insana odaklanarak ve bir kadın kendi sesini bulabilir mi? Gücünü, kuvvetini bulabilir mi? Marazi bir aşktan nasıl kurtulabilir? Nasıl kaçabilir? Sorularını irdelemek istedim ve bence irdeledim. O yüzden herkes bu kadar kendini buldu diye düşünüyorum. İçim çok rahat. Şuan yazdığım romanda yine benzer bir tema var. Yine bir kadın hikâyesi okuyacaksınız.
Bu sorunun cevabını veremediğim için kitabın sonunu muğlak bir şekilde bıraktım. Neylan, umut etmeye devam ederse Levent’i hiç bırakmayacak. Ve bu onun için bir kısır döngü. Ama umut etmekten vazgeçerse hayatına bakacak, belki hayatına yeni insanlar girecek.
Umut etmek insanı diri tutan, her sabah yataktan kaldıran bir şey. Ama aynı zamanda umut etmek eğer marazi, çürümüş bir şeye dönüşürse o zaman da işte insanı gerçekten çürüten ve habis bir insana dönüştüren, muhteris bir insana dönüştüren ve onu böyle yumaklar içerisinde bırakan bir şeye dönüşebiliyor. Yani iki tarafı keskin bir bıçak gibi düşünebiliriz.
Röportaj: Elif Yıldız
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.