Menü
Hesabım
Şifremi Unuttum
Kayıt Ol
Sepetim
Ahmet Ümit Röportaj
05.09.2024

Ahmet Ümit Röportaj

Ahmet Ümit’in hikâyesini anlatmaya başlarsam, yazdıklarımdan daha eğlenceli bir şey çıkar.

Ahmet Ümit ile Ekim ayında okurlarla buluşacak yeni romanı öncesinde, İstanbul Yolu şubemizde keyifli bir buluşma gerçekleştirdik. Ünlü yazarımız, bu sıcak buluşmada hem okurluk ve yazarlık serüveninden ilginç hikâyeler paylaştı hem de Başkomser Nevzat’ın yeni kitabı hakkında merak uyandıran ipuçları verdi. Röportajımıza geçmeden önce, "Ahmet Ümit kimdir?" sorusuna kısaca bir yanıt vermek istiyoruz.

Ahmet Ümit, 1960 yılında Gaziantep’te doğdu. 1983 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. 1985-1986 yıllarında Moskova’da, Sosyal Bilimler Akademisi’nde siyaset eğitimi aldı. Kitap serüvenine 1989’da yayımlanan şiir kitabı Sokağın Zulası ile adım attı. İlk öykü kitabı Çıplak Ayaklıydı Gece 1992’de, ilk romanı Sis ve Gece ise 1996’da yayımlanarak geniş bir okur kitlesine ulaştı. Hem çocuklara hem de yetişkinlere yönelik masal kitapları yazarak yaratıcılığını ve yeniliklere olan açıklığını ortaya koyan Ümit, aynı zamanda karikatürist ve illüstratörlerle birlikte çizgi romanlar da hazırladı. Velut bir yazar olan Ahmet Ümit’in kitap sayısı şimdiden otuza yaklaşmış durumda ve eserleri 26 yabancı dilde yayımlandı.

Şimdi sizleri, Ahmet Ümit ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbeti okumaya davet ediyoruz!

Ahmet Ümit

30 Eylül 1960'ta Gaziantep'te, yedi çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya geldiniz. Gözünüzü açtığınız evi ve aileyi bize biraz anlatır mısınız?

Şahane bir ailem vardı, çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Kalabalık bir ailede doğduğum için çok mutluyum. En küçük çocuktum; beş abim ve bir ablam vardı. Büyük, bahçeli bir evimiz vardı, eski bir Antep evi. Bahçemizde kocaman bir ceviz ağacı bulunuyordu. Bağımız, bahçemiz vardı. Şehirde yaşıyorduk ama bir yandan da bağımız bahçemizle doğayla iç içeydik. Onlar benim için çok önemli. Şimdi bile üzüme bayılırım. Hatta emekli olursam bir bağ satın alma hayalim var.

Demeçlerinizde, yazarlığınızın anneniz Fatma Hanım'dan geldiğini söylüyorsunuz. Bize biraz annenizden bahseder misiniz?

Annem bir Cumhuriyet kadınıydı. Terzilik yapardı. Eve çırak kızlar gelirdi; onlara sadece dikiş dikmeyi değil, hayatı da öğretirdi. İlkokul mezunu olmasına rağmen kitap okur ve okuduğu kitapları anlatırdı. Çalıkuşu'nu okur, Jane Eyre'i okurdu. Düşünün, küçük bir çocuksunuz ve o evin içinde bir kadın var; herkes onun ağzına bakıyor, o herkese bir şeyler anlatıyor. Dolayısıyla, aslında benim idolüm annemdi. Bu nedenle, yazarlığımı kesinlikle anneme borçluyum. Şahane bir kadındı.

Ahmet Ümit ve Terzi Fatma Hanım

Doğup büyüdüğünüz şehir Gaziantep'in, sizin ve edebiyatınız üzerindeki etkileri neler oldu?

Ömrümüz ne kadar uzun olursa olsun, en önemli dönem çocukluk dönemimizdir. Çocukluk dönemi bizi belirleyen dönemdir. 18 yaşına kadar geçen gençlik yıllarında en önemli alışkanlıkları ediniriz ve şahsiyetimiz bu dönemde oluşur. Bu dönem, benim tam Antep’te bulunduğum yıllardı; 18 yaşına kadar, üniversite için İstanbul’a gelinceye kadar geçen süreçte bu önemli dönem yaşandı. O zamanki Antep, bugünkünden çok farklıydı. Daha homojen bir kültürü, çalışkan insanları vardı ve dayanışma ile dürüstlük daha yoğundu. Günümüzde her şey para olduğu için maalesef ahlaki bozulma ve çürüme her yerde olduğu gibi Gaziantep’te de yaygınlaştı. Dolayısıyla o kültür beni çok derinden etkiledi. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin etkileri, Antep’te daha önce var olan Romalılar, Doğu Romalılar, Hititler, Selçuklular ve diğer kültürlerin hepsinin benim üzerimde önemli, olumlu etkileri oldu. Mesela benim dönemimde Antep’te mahalleler vardı; Arap Mahallesi, Kürt Mahallesi, Türkler, Yahudi Mahallesi, Ermeni Mahallesi, Rumlar gibi. Bütün bu insanlarla beraber yaşamak muhteşem bir deneyimdi. New York gibiydi. Fakat ne yazık ki artık böyle değil; tek sesli bir hale dönüştü. Bu kültür maalesef azaldı, kıraçlaştı.

O 18 yıllık süreç, benim yazarlık sürecimdeki önemli anları oluşturdu. İstanbul’da yaşadığım ve özellikle ilk hikâyemi yazana kadar geçirdiğim süreç de enteresan bir süreçti çünkü bu dönem de politik bir süreçti. Yazar olmaya karar verdikten sonraki süreç de farklı bir dönemi temsil ediyor. Dolayısıyla, benim üç farklı yaşam dönemim olduğu söylenebilir: Antep dönemi, İstanbul’daki politik dönem ve sanatçılık-yazarlık dönemi.

Aktif siyasi hayatınız devam etmiyor değil mi?

Profesyonel politikayla bir ilgim ve alakam yok. Ancak, her insanın politika ile ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Aydınların ve özellikle yazarların bağımsız olması gerekir. Bağımsız olmak, tarafsız olmak anlamına gelmez. Partilerden uzak durmak ve onları eleştirmek lazım.

Sizi etkileyen ilk kitabı hatırlıyor musunuz?

Beni etkileyen ilk kitap, Mary Shelley'nin Frankenstein kitabıydı. Gaziantep İl Halk Kütüphanesi'ne gitmiştim. Çok güzel bir kitaptı; kırmızı bir deri ciltle kaplanmıştı. Kitabı ilk okuduğumda bir korku romanı zannetmiştim. Aslında "Frankenstein" bir korku romanı değildir. Daha sonra tekrar okuduğumda bunun farkına vardım. Aslında, teknoloji ile insan arasındaki ilişkiyi anlatan muhteşem bir romandır. Çok sevdiğim bir kitaptı ve bugün de arada bir tekrar okuyorum. Her seferinde yeni bir şey öğreniyor ve bundan büyük keyif alıyorum.

Frankenstein Ya Da Modern Prometheus - Mary Shelley - Yapı Kredi Yayınları

Kitap halinde yayımlanan ilk edebi eseriniz "Sokağın Zulası" isimli şiir kitabınız. Fakat sonrasında bu türden uzaklaştığınızı, düzyazıya yöneldiğinizi görüyoruz. Şiire olan ilginiz bugün de devam ediyor mu? Yeni şiirler yazıyor musunuz?

Aslında ben yazmaya şiirle başlamadım, ama ilk kitabım şiir oldu. Yazmaya öyküyle başladım. Fakat insan genç bir yazar olunca, "Bir kitabım çıksın, herkes beni kitaplı görsün, ‘Kitabı olan Ahmet Ümit’ falan desin" diye düşünür. Öykü kitabı çıkarmak için tabii ki biraz daha fazla öykü yazmak lazım. Ama heves de var. O yüzden ilk şiir kitabımı çıkardık.

Kendimi şair olarak çok fazla görmem açıkçası. Daha çok yazar olarak görürüm; fakat kitaplarımda şiir devam eder. Nerede devam eder? Örneğin, Patasana’da tabletler şiir olarak yazılmıştır. Ninatta'nın Bileziği aslında bir şiir kitabıdır, lirik bir eserdir. Kayıp Tanrılar Ülkesi’ndeki mitoloji bölümü de şiir olarak yazılmıştır. İlerde sadece şiir yazar mıyım, bilmiyorum. Belki emekli olunca – ki yazarın emeklisi olmaz – iyice yaşlanınca yazabilirim.

Düzyazıya yöneldikten sonra polisiye türünde ön plana çıktığınızı, Türk edebiyatında polisiye denilince akla gelen ilk yazarlardan olduğunuzu görüyoruz. Sizi polisiye türüne yönelten etkenler nelerdi?

Aslında ben polisiye yazdığımın farkında değildim. İnsan karar verir ya, "En iyi felsefe romanı yazarım, aşk romanı yazarım, tarih romanı yazarım" der insanlar. Yönelimi olur, yani bilir. Ben öyle değildim. Benim yazdığım şey polisiyeymiş. Sonra biri bana, "Sen polisiye yazıyorsun" dedi. Çünkü 14 yaşından 30 yaşıma kadar çok hareketli bir yaşamım oldu. Aktif bir siyasi hayatım vardı. Bu süreç, 1974 ile 1990 arası dönemi kapsıyor. Çok sert bir dönemdi. Yaralandım, vuruldum, sahte pasaportla yurt dışına çıktım; tam James Bond gibi bir hayat yani. Dolayısıyla böyle yaşayınca, yazdığınız zaman da ortaya polisiye çıkıyor. Fakat mademki bundan zevk alıyorum, en iyisini yazmalıyım dedim. Böylece polisiye yazmaya başladım.

bkmkitap olarak hem imza günlerinize gelen okur kitlesine hem de e-ticaret verilerine baktığımızda, kitaplarınızın çok ilgi gördüğünü ve her kesimden insana ulaşabildiğini gözlemledik. Bu başarının sırrı nedir?

Bir sır olup olmadığını bilmiyorum, ama şunları söyleyebilirim: Edebiyat, hayata tutulan bir ayna. Bu aynada ne varsa, bunları yansıtmanız gerekir. O aynayı silemezsiniz; photoshop değil bu. Dolayısıyla bir yazarın tabii ki politik görüşleri, dini inançları ve dünyaya bakış açısı olacaktır. Ancak, bunları okura dayattığınızda kendinizi ve hayatı sınırlamış olursunuz. Hayatı sınırlarsanız, hayatı eksik anlatırsınız. Dolayısıyla ben hayatı olduğu gibi anlatmak istiyorum. Kimseye ön yargılı yaklaşmak istemiyorum; bu benim haddime de değil zaten. Samimiyetle anlatıyorum. Bu çok önemli. "Mış gibi yapmak" veya rol yapmak çok kötüdür. Ama samimi bir şekilde konuşur gibi anlatırsanız, okur bunu anlar.

Bir diğer nokta ise, çok çalışıyorum ve yazmak istediğim konu üzerine her şeyi öğreniyorum. Bütün bunlar bir araya gelince sanırım etkili oldu. Ayrıca, şahsiyetimle yazarlığımın bütünleştiğini düşünüyorum. Bu enteresan bir durum. Çok kıymetli yazarlarımız vardır ama kişisel hikâyeleri olmayabilir; yazdıkları hikâyelerden bahsetmiyorum. Benim bir hikâyem var. Ahmet Ümit’in hikâyesini anlatmaya başlarsam, yazdıklarımdan daha eğlenceli bir şey çıkar. Bütün bunlar okurda tuhaf ve büyüleyici bir etki yarattı ve büyük, muhteşem bir okur kitlesine ulaştım; Türkiye’de ve dünyada. Sayısı milyonlara ulaşan bir okur kitlesine ulaştım, bu benim şansım.

Ahmet Ümit Kolaj

Polisiyenin siyasi ve eleştirel potansiyelini keşfetmiş bir yazar olarak, eserlerinizde ve konuşmalarınızda toplumsal olaylara değinmekten kaçınmıyorsunuz. Örneğin, 2018 yılında yayımlanan "Kırlangıç Çığlığı" adlı romanınızda göçmenlerin, özellikle Suriyeli mültecilerin yaşadığı problemleri ve karşılaştıkları zorlukları işlemiştiniz. Duyarlılığı yüksek bir yazar olarak İsrail-Filistin çatışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir kere hem üzgünüm hem de öfkeliyim. Üzgünüm çünkü bu kadar insan ölüyor; bu çok acı bir durum. Öfkeliyim çünkü bu saldırılar durdurulmuyor. Orada bir halk yok ediliyor, adeta bir soykırım uygulanıyor ve dünya, özellikle Batı dünyası, maalesef buna göz yumuyor. Bu yüzden onlara karşı öfkeliyim. Bu sorunun çözülmesi lazım. Mümkünse, bu sorunun silahsız ve barışçı bir şekilde çözülmesi gerekiyor. Çünkü bu, artık sadece Müslümanlarla Yahudilerin meselesi değil, bir insanlık meselesidir. Ve bu çağda bu vahşetin yaşanıyor olması korkunç bir şey. Bir an önce bu saldırıların durmasını ve insanların özgürce, rahatça, barış içinde yaşamasını diliyorum.

Oldukça üretken bir yazarsınız. Yazma sürecinizi merak ediyoruz. Nelerden ilham alırsınız? Yazmaya nasıl hazırlanırsınız? Çalışma masanızın olmazsa olmazları nelerdir?

Önce bana bir fikir gelir. Gençlik yıllarımda esinlenerek yazardım. Örneğin, sonbahar geldiğinde sarı yapraklardan, denizin rengi değiştiğinde de denizden esinlenip yazardım. Şimdi bunlar bitti. Artık bir fikir geldiğinde, mesela Bursa’ya geldiğimde ve Orhangazi’nin, Osmangazi’nin türbesini gördüğümde, “Acaba burayı yazsam nasıl olur?” diye düşünüyorum. O fikri geliştirmek için o dönemi araştırmaya başlıyorum. Bilim adamı gibi, bir tez hazırlar gibi okuyorum. Konuyu iyice öğrendikten sonra, hikâyeyi oluşturuyorum. Yazacağım romanın hikâyesini kuruyorum. Hikâye oluştuktan sonra kurguyu ve karakterleri de oluşturuyorum. Tüm bu aşamalar bittikten sonra oturup yazmaya başlıyorum; bazen bu süreç 1 yıl, 2 yıl hatta 5 yıl sürebiliyor.

Masamın olmazsa olmazı sudur. Günde 2 kere kahve içerim, fazla içmem. Sigara kullanmam. Beni rahatsız edecek şeylerden uzak dururum. Müzik dinlerim ama sözsüz müzik tercih ederim; mistik, klasik veya caz müziği dinlerim. Sözlü müzik dikkatimi dağıtıyor. Mümkünse dışarıdan ses gelmemesini tercih ederim, çünkü o da dikkatimi dağıtıyor. Hepsi bu.

"Masal Masal İçinde", "Olmayan Ülke" ve "Bir Aşk Masalı" ile genç yaşta Masalcı Dede olma yolunda emin adımlarla ilerliyorsunuz. Edebiyat yolculuğunuzda masalın yeri ve önemi nedir?

Benim annem – biraz önce anlattım – çok iyi bir anlatıcıydı ve en iyi de masal anlatırdı. Yazdığım Masal Masal İçinde ve Olmayan Ülke aslında annemden dinlediğim masallardır. “Masal Masal İçinde”yi anneme olan saygımdan dolayı yazdım; çünkü ondan dinlemiştim ve geliştirdim tabii. “Olmayan Ülke”yi ise torunum Rüzgar’a adamak için yazdım. Ama o da annemden dinlediğim masallardı. Yetişkinler için de Bir Aşk Masalı yazdım.

Romanı Batı’dan aldık, şiiri İran’dan aldık ama masallar bizim Türk geleneğimizdir. Türk anlatı biçimidir. Bu yüzden masallara çok önem veriyorum. Çocuklar için bir ya da birkaç masal daha yazmayı çok istiyorum.

Ahmet Ümit Kitapları

TEDx'te "Yazarın üslubu denen şey önce onun özgürlüğü, sonra hapishanesi olur." diyorsunuz. O hapishaneyi kırıp yeni bir üsluba ulaşmak için neler yapıyorsunuz?

Aslında çok şey yaptım. Kitaplarımın her birinde farklı bir şey yapmayı denedim ve sürekli olarak değiştirmeye çalıştım. Bu durum, insanlarda da aynı şekilde geçerlidir. Bir yaşam biçiminiz var ve hep aynı. Sabah kalkıyorsunuz, aynı şeyi yapıyorsunuz, işe gidiyorsunuz, aynı işte çalışıyorsunuz, öğle vakti aynı saatte çıkıyorsunuz, aynı yemeği yiyorsunuz, akşam yine aynı. ÖLÜMCÜL! Bıkarsınız yani intihar edersiniz. Yazar da ne kadar başarılı olursa olsun, hep aynı hikâyeleri, aynı kahramanları yazarsa sıkılır. Zamanla yeteneğini kaybeder, heyecanını ve coşkusunu yitirir. Bu yüzden önce bir üslup oluştururuz, karakterler yaratırız ve bir yazım biçimi geliştiririz; fakat daha sonra bunlardan kurtulmak için onları yıkar, başka bir tarz yaratmaya başlarız. Bunu yaptığımız sürece yazarlığımız devam eder. Ancak tek bir üslup içinde kalırsak, bir süre sonra bıkarız ve bu nedenle yazamayız ya da yazdığımız eserler iyi olmaz.

Eserleriniz birçok dile çevrildi ve uluslararası bir okuyucu kitlesine sahipsiniz. Yabancı okurlarınız ile Türk okurlarınız arasında ne tür farklılıklar gözlemliyorsunuz?

Türk okurlarımın eserlerime yaklaşımı çok daha farklı. Çünkü onlar burada yaşadıkları için kendi alanlarında daha iyi anlıyorlar. İngiltere’deki bir okuruma "karnıyarık" dediğimde bunun lezzetini bilmez; "rakı" deyince bilmez, şarabı bilir ama rakıyı bilmez. "Bursa" dediğinizde belki ismini duymuştur ama Türkiye’deki Bursa’yı bilir. Dolayısıyla Türkiye’deki okurlarımın eserlerime yaklaşımı çok daha farklıdır.

Bir başka ayrım daha yapmak gerekirse, Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşamış olan ülkelerde de ortak noktalar bulmak mümkün. Osmanlı sınırları içinde yaşamış olanlarla bu ortaklık çok daha fazla. Örneğin, Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Arap ülkelerine veya Sırbistan’a gittiğimde bu yakınlığı hissediyorum. Çünkü bu ülkelerdeki insanlar, bir şekilde babalarından, dedelerinden ya da atalarından bu kültürü duymuşlar ve aşina olmuşlar.

Almanya’daki Türk işçilerle de bir yakınlık var, fakat onların kafasındaki Türkiye başka bir Türkiye olduğu için kitaplarımı okuduklarında şaşırabiliyorlar. İtalyanlar, İspanyollar, Meksikalılar ve Ruslar ise benim eserlerimi oldukça ilginç buluyorlar. Eserlerim 37 dile çevrildi, dolayısıyla çok geniş bir kitleye ulaşıyor.

Sizi seven okurlarınıza tavsiye etmek istediğiniz kitapları bizimle paylaşır mısınız?

Önerebileceğim bir sürü kitap var ancak, aklıma gelen ilk kitapları paylaşabilirim: Türk yazarlardan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsübenim en sevdiğim kitabıdır. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde de önemli eserlerdir. Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan veya Bütün Hikayeleri, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanı ve hikayeleri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar ve Halide Edib’in kitapları da çok güzeldir. Yakup Kadri’nin Yaban romanı çok güzeldir. Günümüz yazarlarından Ayfer Tunç, Hakan Günday, Murathan Mungan ve Orhan Pamuk'un kitapları. Şairlerden Edip Cansever, Turgut Uyar ve Ahmed Arif’in şiirleri. Bunların hepsini çok kıymetli buluyorum.

Dünya edebiyatından Edgar Allan Poe’nun öyküleri, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler, Tolstoy’un Anna Karanina, Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar, Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi ve Büyük Umutlar önemli kitaplar arasında. Puşkin’in Yevgeni Onegin, Victor Hugo’nun Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu da klasiklerdendir. Agatha Christie’nin On Küçük Zenci, Roger Ackroyd Cinayeti ve Şark Ekspresinde Cinayet ile Umberto Eco’nun Gülün Adı da önerebileceğim eserlerden. Çok var!

The New York Times'ın "21. Yüzyılın En İyi 100 Kitabı" listesini incelediniz mi?

Yok, bakmadım. Ben öyle şeylere inanmıyorum. Okurun kendi beğenisine inanıyorum. Bunların yönlendirme olduğunu düşünüyorum. Yönlendirme derken, birilerinin satın aldığı anlamında değil, yanlış anlaşılmasın. Oradaki jüri, yani bugün Amerika’da yaşayan o jürinin beğenisine göre olduğunu düşünüyorum. Orada yaşayan bir jürinin beğenisine göre ben kitap okumam.

İki yıldır üzerinde çalıştığınız Başkomser Nevzat’ın yeni romanı Ekim’de okurlarla buluşacak! Heyecanla bekleyen okurlarınıza ne söylemek istersiniz? Onları nasıl bir hikâye bekliyor?

Bu kitap, 8. Nevzat kitabı olacak. 3 hikâye kitabımız ve 4 romanımız var; bu, 5. Nevzat romanı olacak. Öteki kitaplardan bir farkı var; bu fark ise şu: Daha önceki Nevzat kitaplarında, hikâyelerde ve romanlarda Nevzat doğrudan işin içinde değildi. Yani anlattığımız hikâye, Nevzat’ın hikâyesi değildi. Bir şekilde Nevzat, bir cinayet işleniyor ve bu cinayeti çözerken Türkiye’nin tarihi, ekonomisi, sosyal yapısı gibi olaylarla karşılaşıyorduk. Bu kitapta doğrudan Nevzat’ın karısıyla kızının katilini bulacağız ve bu kitap, doğrudan kötü adamların Nevzat’ı hedef aldığı bir hikâye olacak. Dolayısıyla Nevzat, roman boyunca bir bıçağın sırtında yürüyor. Bir sis ortamı var, sürekli yağmur yağıyor zaten romanda. Günümüz Türkiye’si, bozulmuş ahlaki yapı, bozulmuş toplum, insanların eski dayanışma duygularını kaybetmiş olmaları ve uyuşturucunun yaygınlık kazanması falan. Hepimizin şikâyetçi olduğu bu sorunlarla mücadele eden ve mücadelenin sonunda karısıyla kızının katillerini bulan bir Nevzat ile karşılaşacağız.

Yeni kitabınızın ilk imza günü, Ekim’in ilk haftalarında bkmkitap’ta mı olacak?

Evet, evet; Bursa’da, bkmkitap’ta olacağız.

Avrupa’nın en büyük kitabevi bkmkitap hakkında ne söylemek istersiniz?

bkmkitap’ı çok seviyorum çünkü sanki benim kitabevim gibi. Buradaki yöneticiler de Kutbettin de benim kardeşim. Sabah buraya geldiğimde kimse yoktu; dükkânı biz açtık. O yüzden bir kere ön yargılıyım. Pozitif bir ön yargı içerisindeyim. Ama o ön yargıyı kaldırırsak, bkmkitap çok büyük bir kitabevi. Mesela, ben geldim ve birkaç kitaba ihtiyacım vardı. Hemen girer girmez, "Bir dakika, bu kitaplar lazım" dedim ve gerçekten de buldum. Üç kitap aradım, üçünü de buldum. O yüzden bkmkitap çok önemli bir hizmet veriyor. Sadece İstanbul Yolu’ndaki değil, bütün şubeleriyle çok önemli bir hizmet sunuyor. Ve tabii online satışlarıyla Türkiye çapında da çok önemli bir hizmet sağlıyor.

Böyle kitabevlerinin, kitap dağıtan ve kitabı okura ulaştıran yerlerin artması lazım. bkmkitap’ların çok artması lazım. Türkiye’nin her yerinde olması gerekiyor. Çünkü talep arzı belirler ama arz da talebi etkiler. Eğer siz bu kadar çok kitap sunarsanız, okur sayısını da artırırsınız. O yüzden tebrik ediyoruz ve bkmkitap’a başarılar diliyoruz.

Ahmet Ümit ve Kutbettin Bingölbalı

bkmkitap demişken Bursa’yı anmadan olmaz. Bursa hakkında ne söylemek istersiniz?

Türkiye adeta bir açık hava müzesi. Bursa da o tarihi önemli kentlerimizden bir tanesi. Osmanlı açısından, Osmanlı’nın başlangıcı açısından çok çok kıymetli. Osman Gazi ve Orhan Gazi’yi anmadan, onların varlığı burada olmadan Osmanlı’yı anlamamız mümkün değil. Bu nedenle Bursa, çok önemli kentlerimizden biri. Umarım korunur. Korkuyorum çünkü İstanbul’da birçok tarihi özelliği kaybediyoruz. Bütün o tarihi hanlarımızın ve kalenin korunması lazım. Gözümüz gibi bakmamız gerekiyor. Ayrıca yeşil alanların korunması da önemli. Arkada Uludağ var, o da çok kıymetli. Bursa’yı seviyoruz.

Ahmet Ümit'in Tüm Kitapları

Röportaj: Elif Yıldız

İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, alıntı yapılamaz.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.