Tükendi
Gelince Haber VerHazza açılan kapılar, aralık ayının son cuma gününden aylar önce aralanmıştı.
Karar verilmiş ve eşik aşılmıştı.
Maddi haz ayrıcalığı gemisi, tepeden tırnağa arzuyla tutkuyla kuşanmış yolcularını, kimseler duymadan, kimseler bir şeyler sezinlemeden, sessiz ve sakince son limana bıraktığında, aylardan şubattı.
Kimisi gassal, kimisi gassalın önünde mevta olmaya gönüllü yolcular, Arzu Okulu’nun hazza açılan kapılarından birer ikişer geçebilirdi artık.
Onlar da *hayır* demediler.
Ya Öğrenciler…?
Onlar, başları dara düştüğünde en umulmaz dertlere bile çare bulurlardı. Uykusuz kalırlar, sınırları zorlayan hayallere, ucu bucağı kestirilemeyen düşlere yelken açarlar ama er geç bulurlardı, hem de neler neler…
Zeka; onların çalıştıkça keskinleşen, kıldan ince kılıçtan keskin sermayesiydi. Hele hele kolektif bir işleyişin parçasına dönüştükçe, öngörülemez yaratıcılıkların ve çözümlerin sınır tanımaz kaynağıydı. Yerine göre de birilerinin korkulu rüyası olup çıkıveren sorunların, fikirlerin, eylemlerin...
Lakin yönetenlerin de bunlara karşı kendilerine göre yöntemleri ve araçları vardı.
Bazen ellerinde kırbaçlar olurdu,
bazen de kutsal kitaplar…
Bazen okşarlardı, bazen döver, söver, hakaretler, küfürler savururlardı. Bazen böler, parçalar, uygun gördükleri gibi yeniden birleştirirlerdi. Diledikleri kıvama gelebilsinler, diledikleri biçimi verebilsinler, diledikleri kalıba sokabilsinler diye…
En özel, en gizli, en mahrem yerlerine dokunulduğunda bile seslerini çıkaramasınlar, hatta bunun meşru ve zorunlu olduğunu düşünebilsinler diye…
*Eğitim, niye yapılırdı ki zaten?*
Hele de Arzu Okulu’nda…